Dünyadaki
yaşanılan her şey düşüncelerinizin eseri sonucu oluşmuştur. Başınıza
gelen olayları farkında olarak ya da olmayarak siz yaratıyorsunuz.
Düşüncelerinizi kontrol ettiğinizde istediğiniz biçimde yaratım gücüne
sahipken, düşüncelerinizi etrafınızda olan bitene kaydırdığınızda ise
olan bitenden etkilenerek istenmeyen bir yaratım oluşturuyorsunuz. İki
türlüde başımıza gelen her şeyin sorumlusu ne yazık ki bizleriz.
O zaman neden istediğimiz gibi bir yaratım yapmayı seçmiyoruz?
Neden
sahip olduğumuz gücün farkına vararak hayatımızın sorumluluğunu elimize
alıp yaşamımızı istediğimiz gibi yeniden dizayn etmiyoruz?
Yüce
Allah insanları yaratırken en değerli şeyi insanlara vermiş akıl ve
sevgi. Biz bu iki öğeyi kullanarak yapmak istediğimizi yapabilecek olmak
istediğimi olabilme imkânına sahibiz. Ancak sorun şu ki bir kısmımız bu
gücün farkında değil diğer bir kısmımız ise kullanmak istemiyor.
Kullanmak
istemeyenlerin en büyük sorunu yaşamlarının sorumluluğunu almak
istememek. Burada en büyük sorun kişilerin kendilerine olan özgüven
eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Özgüven eksikliği insanların tek başına ayakta durmalarının ve birine dayanmadan yaşamalarının önündeki en büyük engeldir.
Dünyaya
hepimizin bir geliş amacı var. Yaratıcı ruhumuza üfleyerek bu dünyaya
gönderirken ve bize diğer canlılardan farklı olarak aklı vermiştir.
Aklımızı kullanarak yaşadıklarımızla ve deneyimlediklerimizle bizi
yaratana ulaşmaya çalışmaktayız. Ne olduğumuzu bilmeye çalışmaktayız. Aklımız bize yaşamımızda deneyimleyeceklerimiz için seçim şansı vermektedir.
Ancak insanoğlu yaratılışından itibaren bu sahip olduğu süper gücü istediği gibi kullanmayı ne yazık ki becerememektedir. Bunda en büyük etken çocukluğumuzda bilinçaltımıza yüklenilen düşünce ve inanç kalıplarıdır.
Ancak insanoğlu yaratılışından itibaren bu sahip olduğu süper gücü istediği gibi kullanmayı ne yazık ki becerememektedir. Bunda en büyük etken çocukluğumuzda bilinçaltımıza yüklenilen düşünce ve inanç kalıplarıdır.
Anne
karnından başlayarak bilinçaltımıza düşünce kalıpları yüklenmeye
başlıyor. Anne karnındayken fiziki olarak bağlı olduğumuz annemize ait
düşünce kalıplarını sanki kendi düşünce kalıpları gibi algılayıp
kaydederken, doğumdan itibaren de aile ve yaşam çevresinde bize dikte
edilen düşünce kalıplarını bilinçaltımıza kaydediyoruz. Beynimizde
şekillenen düşünce kalıpları yaşadığımız çevre, aile vb. etkenlere bizim
sonraki yaşantımızda bize rehberlik edecek altyapıyı oluşturuyor.
Burada
en büyük sıkıntımız yüce yaratıcının akılla birlikte verdiği sevgiyi,
akılla birlikte kullanmak yerine sevginin zıddı olan korkunun
kullanılmasıdır. İnsanlar
çocuklarına direk sevgiyi göstermek yerine sevgi olmayan şeyle sevgiyi
anlatmaya çalışarak hayatlarının en büyük çelişkisini bilinçaltına
yüklemektedirler.
Aslında
en büyük sorun olayı anlayamamakta yatmaktadır. Sevgi deneyimlemeye
dayanan bir duygudur, insanın özünde oluşur ve hissedilir. Kelimelerle
anlatılmaz. İnsanoğlu bu durumu kelimelerle ifade edemediği için
içerisinde şekilselliği barındıran sözle çok rahat ifade edebileceği
korkuyu kullanmaktadır. Yani sevgiyi anlatırken sevgi olmayanı
kullanmaktadır. Yani sevgiyi anlatıyorum diyerek hep sevgi olmayan korku
kullanılmaktadır. Buda korku kültürü içerisinde yetişmiş bir toplum
oluşmasına neden olmaktadır.
Küçüklükten
itibaren sevgiye koşullu olarak sahip olacağımız konusu bize
öğretiliyor. Bize bizi yaratan yüce yaratıcı dahil bizi koşulu seveceği
öğretiliyor. Kimler tarafından annemiz babamız, ailemiz, çok sevdiğimiz
yakınlarımız, din adamları vs. Her lafta her sözde sevgi varken o sevgi
ulaşılmaz bir yerde duruyor. Ya da biz öyle sanıyoruz. Çünkü o bizim
içimizde.
Sorun
şu ki bize korkuyu öğreten kişiler bizi en çok sevdiklerini
düşündüğümüz ve bizim en çok sevdiğimiz kişiler. Çünkü korku ile ne
kadar kalıbımız varsa bunlar tarafından bize yükleniyor. Yüce
yaratıcının yeryüzünde yarattığı ne kadar çiçek, böcek, hayvan, canlı ne
varsa hepsi kusursuz yaratılmış olduğu bize öğretilirken diğer tarafta
yüce yaratıcının en değerli varlığı olan insanoğlunun eksik, günahkâr,
değersiz, önemsiz olduğu bizim en güvendiğimiz kişiler tarafından bize
dikte edilmektedir. Ortada bir çelişki var ama sorun şu ki sizi seven
kişiler size neden yalan söylesinler ki diye düşünmeye başladığımızda
onlara inanmaya başlıyoruz. Bu mesajlarla büyüyoruz.
Sevgi
koşulludur. Biz değersizsek, önemsizsek önemli ve değerli hissedilmek
için sevilmemiz lazım. Onların istediği gibi davranmamız lazım. Onların
istediği gibi davranmazsak sevilmeyiz. Cezalandırılırız. Hem bu dünyada
hem diğer dünyada.
Olayın tıkadığı noktada burası aslında ön planda olması gereken sevgi ortada yok, ortada sadece korku var. Bugün din adamlarının hepsine bakın Allah sevgisinden bahseden herkes anlatırken Allah korkusunu anlatıyor. Sevgiyi
anlatan kimse yok, aslında anlatamazlar da sevgi yaşanır, hissedilir.
Kelimelerle ifade edilmez. Ama olay korkuya geldiğinde ise çok kolay
korkuyu anlatmak için yüzlerce yöntem var. Çünkü;
Korku; daraltan, kapayan, içe hapseden, kaçan, gizleyen, biriktirerek yığan, zarar veren bir enerjidir.
Sevgi; genişleten, açan yayan, yayılan, açık olan, paylaşılan, iyileştiren enerjidir.
Korku
bedenleri giysilerle sararak gizler, Sevgi çıplak olmaya izin verir,
Korku sahip olduklarına sımsıkı sarılır, Sevgi sahip olduklarını
paylaşır, Korku zorba yakınlık ister, Sevgi sevecen yakınlık, Korku
sımsıkı sarar bırakmaz istemez sevgi özgür bırakır, Korku kurutur, Sevgi
yumuşatır; Korku saldırır, Sevgi bağrına basar.
Çocukluğumuz da bize öğretilen öğretiler bizim davranışlarımız belirler. Bize ne öğretilmişse biz ona göre davranırız. Ne yazık ki enteresan bir olaydır ki çocukluğumuzda bize sadece ve sadece korku öğretilmektedir.
Evet,
inanç sistemimizle bu durum iyice pekiştirilmekte ondan sonra ise
kendine güvensiz korku kültürüne sahip bir toplum içerisinde
yaşamaktayız.
Korku
içinde yaşamamız öğretildi. Bunda en büyük etken kontrol edilme
ihtiyacından kaynaklanmaktaydı. Çünkü dünyada her şey kusursuz
yaratılmışken insanlar, hatalı, eksik, günahkâr yaratılmışlardır.
Kusursuz olmaları için kontrol edilmeleri gerekir. Sevgi içte özde
olduğu için onu kontrol etme şansına sahip değiller. O zaman diğer
seçenek ön plana çıkıyor; Korku.
Bunu
en çok kullanan kişiler ise ne yazık ki din adamı geçinen yüzlerce,
binlerce kişi. İnsanlara inanç sistemi içerisinde Allah sevgisini
anlatıyorum diyerek, insanlara her gün Allah korkusundan bahsederek onun
ne kadar aciz, zayıf, güçsüz güvensiz birisi olduğunu dikte
edilmektedir.
Bu
durum tarih boyunca hep sürekli olarak kullanılmıştır. Din adamları
insanları kullanmak için tanrı korkusunu sürekli kullanmışlar, insanlara
eksik olduğunu, kusurlu olduğunu ancak kendileri aracılığı ile bu
kusurları giderilerek tanrının kendilerini sevebileceği yalanına
başvurarak onları kontrol altında tutmuşlardır. Aslında kendilerini bu olay için kendi kendilerine görevlendirmişler diğer insanlarda buna inanmışlardır.
Tabi burada en büyük kurnazlığı insanların dini olduğu şekilde öğrenmelerini engelleyerek yapmışlardır. İnsanların
inandıklarını kontrol etmek için şekilciliği ön plana çıkarmışlar.
Giyim kuşam vb. şeylerle insanları gruplaştırarak parçalara
ayırmışlardır. İnsanlara etiketler yapıştırarak, kendilerinden farklı
düşüncede olan insanları katletmişlerdir.
Günümüzde
de bu durum ne yazık ki değişmemiştir. Kültür seviyesi ve okuma oranı
yükselmesine rağmen hala insanlar dini gerçek anlamda öğrenme yerine
yine kendini bu işe görevlendirmiş kişiler tarafından dikte edilen
şekilde öğrenmektedirler.
Çünkü din insanların en kolay kontrol yöntemidir. İnsanlara
gerekli korkuları aşıla, sonrada onu istediğin gibi yönet. Ve bunu
birçok insan kendi kendine isteyerek kontrolünü başkalarının eline
veriyor. Sürü psikolojisi içerisinde bu duruma müsaade ediyor. Günümüzde
bu işin adı değişti daha modern bir isim var “Mahalle Baskısı”.
KENDİ KENDİNİZİN YAŞAM KOÇU OLUN
************************************************
KONTROL SENDE kitabımı satın alarak hayatınıza katkıda bulunmak ister misiniz?
KENDİ KENDİNİZİN YAŞAM KOÇU OLUN
***********************************************
Bu
konuda kendimden örnek vermek istiyorum, bende dinimi çocukluğumda
diğer çocuklar gibi camilerde hocalara giderek öğrendim. Daha neyin ne
olduğunu bilmeden hocanın karşısında buldum kendimi ve Arapça duaları
ezberlemeye başladım. Arapça duaları zar zor ezberledikten sonra
devamında Kuran okumayı öğrenmeye geçtim. Yine Arapça. Bir yere kadar
geldim ama takıldım.
Ama
olsun ben dinimi öğrenmiştim. Hocaların dini hikâye diye anlattıkları
Arap efsanelerini dinledim. Namazda Arapça dualar olmadan namazın
olmayacağını öğrendim. Anlamını bilmem önemli değildi. Kimse bana
anlamını sormuyordu. Ezberden okumak beni Müslüman yapıyordu. Görüntüsel
olarak işleri halettiğim için ben insanlar tarafından iyi insan,
Müslüman çocuğuydum. Bu kadar şeyle ben Müslüman olmuştum, din konusunda
ihtiyacım olan bilgi hocalar tarafından bana veriliyordu o zaman benim
başka bir şey yapmama gerek yoktu.
Birde
en önemli konu anlatılmıştı, Arapça önemliydi. Arapça olmadan din
olmazdı, ben Arapça bilmiyordum, olsun önemli değildi hocalar ne güne
duruyordu. Onlar Arapça biliyorlardı. İhtiyacım olduğunda Arapça dua
ederek bana sevap kazandıracaklardı. Tabi bende karşılığında gönlümden
ne koparsa vermem koşuluyla.
Bu
durum, bu şekilde yıllarca devam etti. Ben fırsat bulduğumda Arapça
dualarla namazımı kıldım. Camilerde hocaların anlamadığım dilde Arapça
okudukları dualara amin, dedim. Cenaze düğün vb faaliyetlerde
hocalarımızın okumuş olduğu arapça dua ve kuran sayesinde müslümanlığım arttı ve sevap kazandım.
Bir
gün aklıma takıldı, “Ben Müslüman” olduğumu söylüyordum ama içimde bir
boşluk vardı. Dinimin temel kitabında ne yazdığını bilmiyordum. Arapça
çat pat okuyordum ama içerik yoktu sadece şekilsellik vardı. İçerik
boştu. O gün bir karar verdim, evimde bulunan ama benim sarıp
sarmalayıp başköşeye koyarak o şekilde sevap beklediğim Kuran'ın mealini
okumaya başladım. Okudukça yıllarca din alimi bilinen kişilerin bizi
kontrol için dini şekilselleştirerek bizi yönlendirdiklerini ve kendi
düşünce kalıplarına sokmaya çalıştıklarının farkına vardım.
Aslında
yapılan iş basitti, Kuranın ilk ayeti olan "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" yerine Dinle ve Biat et
sözü dikte edilmişti bize. Kuran’ın ancak Arapça okunabileceği,
sevabının ancak bu şekilde alınabileceği dikte edilmişti.
Bana anlatılana göre kuranı okuyup anlamam için, ya ben dünyaya arap olarak gelmem lazımdı yada çok iyi derecede Arapça öğrenmem lazımdı. Onun dışında Arapça bilen kişilere muhtaçtım. Kuranın tefsiri okuyunca olayın öyle olmadığını anladım. Önemli olan anlayarak okumaktı. Çünkü arapça okunma şartı Kuran'da yoktu. Dil olarak indirildiği kavmin anlayabilmesi için arapça indirilmişti. Zaten Allahın indirdiği diğer kitaplarda indirildiği kavmin dillerinde indirilmiştir. Rum süresi 47 ayette:
"Andolsun ki biz, senden önce birçok peygamberleri kavimlerine gönderdik
de, onlara apaçık delillerle vardılar."
Allah insanları farklı kavimler halinde yaratmıştı. Yani ben şu anki bulunduğum
milleti Allah isteyerek yaratmıştı. O zaman ortada bir çelişki vardı.
Hem beni Araplardan farklı millet olarak yaratıyor hem de benden Arapça
Kuran okuyarak sevap almam bekleniyordu. Aslında bu durum bize dayatılan
bir durumdu. Kuran’ da anlayarak oku diyordu. Çünkü kuran içinde bunları
açıklayıcı bölümler vardı. Kuranın Arapça olarak inmesi o anki indiği
kavmin dilinin Arapça olmasıydı. O kişilerin anlayabilmesi için Arapça
inmişti. Bu durum Kuranda açıkça yazıyordu anlayabilsinler diye onların
dilinde indirdim diyordu.
İnancın temeli arada kimse olmadan Allaha inanmaktan geçiyordu. Hiç kimse
Allah’la kul arasına giremezdi. Peygamberlerin bile babaları için bir şey
yapamayacaklarını Kuran'da yaratıcı belirtiyorlardı. Ama birileri diğer dinlerde olduğu gibi bizde de bu işe
soyunmuştu. Ve giyimimize, kuşamımıza ve yaşayışımıza göre etiketleme
yapıyordu. Kendilerini yaratıcının yerine koyarak bizi bu dünyada yargılıyordu. Bizleri
birleştirmesi gereken din ne yazık ki din diye şekilselliğin ön planda
tutulması nedeniyle insanları birbirinden uzaklaştırıyordu.
Bunun
içinde en güzel yöntem olan korkuyu kullanıyorlardı. Yaratıcı kâinatı
kusursuz yaratmışken, kâinatta yaratıcının kusursuzluğunu görürken
insanoğlu eksik yaratılmıştı, günahkârdı.
Aslında
yıllardır bu durum böyleydi. Kuranın ilk emri olan Oku emri yerine bize
öğretilmiş olan Dinle ve Biat et yöntemine göre yetişmiştik. Bu
nedenle de bize ne derlerse inanıyorduk. Dinle ilgili sorumluluğumuzu
da hoca diye tabir ettiğimiz kişilere havale etmiştik. Daha akil baliğ olmamış çocuklar, din eğitimi altında din adamı oldukları iddia edilenlerin elinde korku ağırlıklı olarak şekilselik ön planda olan bir din kalıbı içerisine konuluyorduk. Her ramazanda da diyanet “Sakız çiğnersem orucum bozulur mu?” gibi abuk
sabuk sorulara cevap vermeye devam ediyordu.
Kuran'ın tefsirini her okumamda yeni yeni şeyler görmeye başlamıştım. Asıl önemli olanın sevgi olduğunu, bununda aslında yüce yaratıcı tarafından kalbimize gömüldüğünü anladım. Yıllarca bize sevgi diye sevgi olmayanın anlatıldığını anladım. Dışımızda hiç bir şey olmadığını her şeyin içimizde olduğunu anladım. Çaresizlik diye bir şey olmadığını, çaremizin içimizdeki sevgide olduğunu anladım.
Dinle ve biat et öğretisinin bir iyi tarafı vardı. Sorumluluğumuzu
başkalarına havale ederek, kendimizi büyük bir yükten kurtarma. Bu
durumu hayatımızın başka yönlerinde kullanabilirmiydik? Hemen aklımız
devreye girdi ve bu durumu hayatımızın her yönünde kullanmaya başladık.
Kendi sorumluluğumuzu almak yerine sorumluluğu başkalarına atmak.
Bizi korkularımızdan kurtaran en büyük kurtarıcı düşünce, sorumluluğu başkasına atmak.
Bunun sonucunda ise kendine güvensiz, çaresiz, değersiz, ne derlerse inanan ve kurban rolü oynamayı seven kişiler olduk.
Sonuçta da mutsuz, huzursuz, sevgisiz bir topluluk olarak yaşamaya devam ediyoruz.
Bu
durum farkında olalım ya da olmayalım bizim seçimimizdir. Bu durumu
değiştirmek yine bizim elimizde. Sadece yapmanız gereken tek şey
birilerinin size dikte ettiği düşünceleri sorgulamak. Birilerinin şekilsel dayatmalarına karşı çıkarak içimizden geldiği gibi yaşamayı seçmek.
Birisi bize sen
değersizsin dediği için değersizliği kabul etmek zorunda değiliz, birisi
size güvensizsin dediği için güçsüzlüğü kabul etmek zorunda değiliz.
Hayatının kontrolünü elimize alıp sorumluluğumuzu üslenmemiz değişim
için bir başlangıç olacaktır.
Seni
huzursuz hissettiren rahatsız eden tüm kalıplara, etiketlere itiraz et.
Bunların hepsi düşünce oluşmuş bir yıgın çöp. Hiç birisi doğru değil. Birileri
seni zayıf, güçsüz olduğuna inandırdığı için öyle düşünüyorsun.
Yaratılan
tüm insanlar eşit yaratılmıştır. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur.
Fark sadece düşünce yapısındadır. Olayları algılama ve
anlamlandırmanızdadır.
Kendinizi
değiştirmek istiyorsanız en kolay yöntem okuyun, okumak sizi
özgürleştirir. Dilemek sizi birilerinin etkisi altına sokarken, okumak
sizi özgürleştirir, düşünce ufkunuzu açar. İnançlı kimseyseniz önce
dinin Temel direği olan Kuran’ın tefsirinden başlayın. Anlayarak okuyun. Okurken bulabilirseniz ilk okumanızı Kuran'ın indiriliş sırasına göre yapın. Bu sizin için anlamayı daha kolaylaştıracaktır.
Birilerinin söylediklerinden ziyade dinin temel direği olan Kuran’ı
referans alın. İnanın din hakkında konuşan birçok insanın doğruyu,
yanlışı kendi düşünce yapısına göre tanımladığını göreceksiniz. Yaptıkları tek şey dinin temeli olan Kuran’ı okuyup kendi düşünce tarzlarına göre yorum
yapıyorlar.
Bu doğal bir durumdur. Bir
stadyumda maç izleyen 50.000 kişi düşün, hepsi aynı maçı seyretmelerine
rağmen hepsi farklı şey görmüştür. İkinci el bilgiyi bırakın, birinci
elden kendiniz okuyun anladığınızı hayatınıza yansıtın. Bu size
gerçekten huzur getirecektir. Kuran dışındaki tüm bilgiler anlatan, yazan kişinin beyin filtresinden geçirilmiş kişisel
yorumdur.
Korku
yerine sevgiyi kullanalım. Sevgi koşulsuzdur. Beklenti içerisinde
olmadan koşulsuz olarak karşımızdaki kişileri kabul etmeye özen
gösterelim. Eğer beklenti içerisinde olursak bunun adı sevgi olmaz.
Yüce
yaratıcının sana verdiği aklı ve sevgiyi kullan. Sevgi istiyorsan önce
sen göster. Senin yaydığın enerji karşılığını kat be kat alacaktır.
Halis Şhnr.
0 yorum: