ARAPLAR
Arapları ifade için Kuran’da a’rabî (Arap) veya arab sözcüklerinin çoğulu olan ‘a’rab’ kelimesi kullanılmaktadır.
Kur’an,
Arapları ifadede başka bir sözcük kullanmamakta ve Arapları çok olumsuz
sıfatlarla anmaktadır. Sonraki Arap dilcileri, Kuran’ın bu tavrını
etkisiz kılmak için olacak, a’rab ve a’rabi sözcükleriyle tanıtılan
Arapların bâdiye Arapları, yani Arapların köylü tipleri olduğu yolunda
bir söylenti geliştirmişlerdir.
Allah,
kötülüğü köylülüğe bağlamaktan münezzehtir. Doğrusu şu ki, Kuran’ın
Araplarla ilgili söylemlerinin yarattığı sıkıntıya bir tepki olarak
geliştirdiği anlaşılan bu yaklaşım kaş yaparken göz çıkarmıştır. Ne
yazık ki bu tavır, Arap dili sözlüklerinin bir çoğunda yer almaktadır.
(Örnek olarak bkz. İbn Manzur; Lisanu’l Arab, arb maddesi)
Sonraki
dönemlerin bu söylemi esas alınırsa, “Kuran’da, şehirli Araplar hangi
sözcükle ifade edilmiştir?” sorusu sorulu ve tabiî cevapsız kalır.
İşin
gerçeğini, Kuran dilinin aşılmamış ustası Isfahanlı Râgıb söylemiştir:
Ona göre, Kuran’da kullanılan a’rab sözcüğü Arap ırk ve insanını tümden
ifade eden sözcüktür. Şöyle diyor:
“Arab, İbrahim’in oğlu İsmail’in zürriyetinin adıdır. A’rab kelimesi de, esasında bu arab kelimesinin çoğuludur.”
(Râgıb, el-Müfredat, arb. Maddesi)
Bunu
kaydeden, Râgın, a’rab sözcüğünün daha sonraki zamanlarda bâdiye
Araplarını ifadede kullanıldığını söylemektedir ki, bizim biraz önce
değindiğimiz gayretin bir sonucudur. Kur’an, Arap ırkını veya Arap
toplumunu ifade için başka bir kelime kullanmadığına göre, a’rab sözcüğü
Arap ırkına mensup insanların tümünü ifade edecektir. Öteki iddiaların
bilimsel, tarihsel bir tutarlılığı olamaz.
Kuran’da
a’rab kelimesi, geçtiği 10 yerin biri hariç, daima olumsuzluğun,
kötülüğün, iki yüzlüğün, cimriliğin, kaypaklığın taşıyıcısı olarak
kullanılmaktadır. Şimdi bu kullanımlara bir göz atalım:
1.
Tevbe 90: Bazılarının seferden kaçmak için yalan söyleyerek yerlerinde
oturdukları, bazılarının da bir takım özürler ileri sürerek izin alıp
sefere katılmamak için uğraştığı anlatılıyor.
“Bedevîlerin
özür bahane edenleri kendilerine izin verilmesi için geldiler; Allah'a
ve resulüne yalan söyleyenler oturdular. Onların küfre sapanlarına
korkunç bir azap erişecektir.”
2.
Tevbe 97: Küfür, nifak (bölücülük, ikiyüzlülük) ve Allah’ın indirdiğini
tanımama bakımından en şiddetli insanlar oldukları gösteriliyor:
“Bedevîler;
küfür, parçalanma/ikiyüzlülük yönünden daha şiddetli; Allah'ın resulüne
indirdiği şeylerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah
Alîm'dir, Hakîm'dir.”
3.Tevbe
98: Bağışta bulunmayı, paylaşımı bir angarya saymakla, iman
sahiplerinin başına belalar gelmesini istemekle suçlanarak en büyük
belaların onların başına geleceğini bildiriyor:
“Bedevîlerden
öylesi vardır ki, infak ettiğini bir angarya/bir ceza ödeme sayar ve
sizin başınıza belaların gelmesini bekler durur. En kötü bela onların
başına olsun! Allah çok iyi işitir, çok iyi bilir.”
4.Tevbe 101: İkiyüzlülük içinde oldukları belirtiliyor:
“Çevrenizdeki
Bedevîlerden münafıklar var. Medine halkından da münafıklığa iyice
alışmış olanlar var. Sen bilmezsin onları. Ama biz biliriz onları. İki
kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba itilecekler.
5. Tevbe 120: Tanrı’nın Elçisi’ni bir başına bırakmaları kınanıyor:
“Medine
halkına ve çevrelerindeki Bedevîlere, Allah resulünden geri kalmaları
ve onu bırakıp da kendi canlarının derdine düşmeleri yakışmaz. Çünkü
Allah yolunda uğrayacakları bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık,
kâfirleri öfkelendirmek üzere bir yere ayak basmaları, düşmana karşı
herhangi bir başarı kazanmaları durumunda kendileri için, barışa yönelik
iyi bir amel mutlaka yazılacaktır. Allah, güzel düşünüp güzel
davrananların ödülünü yitirmez.”
6.
Fetih 11-12: İki yüzlülük, yalancılık, isabetsiz tahmin, korkaklık gibi
olumsuzluklarla suçlanarak mahvolmuş bir topluluk diye
nitelendiriliyorlar:
“Bedevilerden,
geri bırakılmış olanlar sana şöyle diyecekler: "Bizleri, mallarımız ve
ailelerimiz oyaladı. O halde bizim için Allah'tan af dile." Onlar,
kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki: "Allah size bir
zarar dilerse, yahut bir yarar murat ederse, O'nun sizin için dilediğine
kim engel olabilir?" Doğrusu şu ki, Allah, sizin yaptıklarınızdan
haberdardır.”
“Siz
sanmıştınız ki, resul de müminler de ailelerine bir daha asla
dönmeyecekler. Bu düşünce kalplerinizde süslendi de çirkin bir sanıya
saplandınız ve mahvolmuş bir topluluk haline geldiniz.”
7.
Fetih 16: Yakın bir gelecekte zorlu ve güçlü bir kavimle
karşılaşacakları, bu karşılamada korkaklık, döneklik ve ürkeklik
göstermeleri halince perişan olacakları ihtar ediliyor:
“Bedevilerden,
geri bırakılmış olanlara de ki: "Siz yakında çok zorlu savaş veren bir
kavimle çarpışmaya çağrılacaksınız. Ya onlarla çarpışırsınız, yahut
onlar Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir ödül
verecektir. Yok eğer önceden döndüğünüz gibi yüz çevirirseniz, Allah
sizi acıklı bir azapla cezalandırır."
8. Hucurât 14: Sadece dilleriyle Müslüman olduk dedikleri, imanın bunların kalplerine asla girmediği bildiriliyor:
“Bedeviler:
"İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman'
olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve
resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey
eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir."”
ARAP GURURUNUN İSLAMDIŞILIĞI
Arap
ırkının üstün ırk olduğuna inanmak, Arap için her şeyin üstündedir.
Kendisi dışındakilere ‘acem’ yani ‘ötekiler-yabancılar’ der ve onları
‘köleler veya âzatlı köleler’ anlamındaki ‘mevâli’ sıfatıyla anar. Bir
mevalinin hiçbir meziyeti onu, herhangi bir Arapla eşit duruma
getiremez. Düşünülsün ki, İslam din bilimlerinin tümünde kaynak, İslam
ahlak ve irfanında prototip kişi-lerden biri sayılan ve Hz. Peygamber’in
hanımlarından süt emmek gibi bir üstünlükle anılan Hasan el-Basrî (ölm.
110/728) başta olmak üzere o devrin bilgin ve düşünür tüm mevalisi
horlanmış, Arap kızlarıyla evlenmelerine müsaade edilmemiştir.
Fıkıh
kaynaklarına kadar sokulmuş bulunan şu insanlık dışı tespiti de
anımsayalım: Araplara ve onların oluşturduğu Kur’an dışı fıkha göre,
Arapça okuma ve yazma bilmeyen herkes ‘ümmi’ sayılır. Yani böyle birisi
birkaç dili bilse, okuyup yazsa bile o ümmidir. Yani okuma yazma
bilmeyen biridir.
Arapların
ve Arapça’nın üstünlüğü ve kutsallığı yolundaki bu Kur’an, akıl ve
insanlık dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamber alet edilerek
sahnelenmiştir. Bu iddia sahiplerine göre, mademki Hz. Peygamber en son
ve en büyük peygamberdir, o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce
ırktır.
Kur’an,
herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmeye asla izin vermez. Söz
konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi
yapılamaz, Üstünlük, niyet ve gayret iledir.
Kuran’ın beyanlarına göre, içinden nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur. Allah,
en büyük lütuflarından biri olan peygamber göndermeyi, kulları arasında
adil bir biçimde paylaştırmıştır. Eğer bir ırktan nebi (peygamber)
gelmesi bir üstünlük vesilesi ise bilinmelidir ki, tüm ırklardan bir
veya birkaç nebi gelmiştir. Arap ırkı bu bakımdan tek değildir.
Vahyin
ölçüleri, peygamberleri şu veya bu ırka mal etmeye olanak tanımaz.
Peygamberlerin ırkı, boyu-soyu, coğrafyası, iklimi, rengi ve bölgesi
hiçbir önem taşımaz. Çünkü peygamberlik kesbî (kazanılarak elde edilen),
bir kurum değildir ki madde ölçüleri ile değer veya mertebe kazansın.
Peygamberlik, Allah’ın verdiği bir imkan ve bir unvandır. Allah bunu
verirken ırkın, kanın olanaklarını öne çıkarmamıştır.
Dine
saygı ve bunun oluşturduğu duygusal zemini, Arapların üstünlüğüne
basamak yapan aldatma, Arapları sevmenin bir din emri olduğunu da iddia
etmiştir.
Arapları
sevmeyi bir din emri haline getirmek Kuran’dan hareketle mümkün
olmadığına göre “Allah ile aldatma pazarının” başka bir çare bulması
gerekiyordu. Bulmuştur. Benzeri durumlarda başvurduğu ‘hadis uydurma
yolu’na gitmiştir.
Allah’ın
Elçisi sıfatını taşıyan bir benliğin bu sözleri söylemesini akıl ve
idrak mümkün görmez. İslam’a ve Hz. Muhammed’ isnat edilmiş uydurmaların
en çirkinlerinden biri de şudur:
“Ümmetimden
ilk şefaat edeceklerim, beni görüp bana iman ederek beni tasdikleyen
Araplardır. Onların ardından da Arapların beni görmeden bana iman edip
beni görmek arzusu taşıyanlara şefaat edeceğim.”
Görüldüğü
gibi, bu şefaat dağıtımında Araplardan başkasına bir şey vaat
edilmemiştir. Resulü göreni-görmeyeni ile ne varsa Araplarındır.
Kuran, Araplarla ilgili olarak uydurulan bu sözlerin tam tersini söylemektedir.
ALLAH İLE ALDATMANIN ‘ARAPÇA’CILIK AYAĞI
Allah
ile aldatmanın bu ayağı Arap dilini kutsal ilan etmek için dini
kullanma şeklinde yürütülen bir zülümdür. Arap dili ‘Allah’ın dili’ ilan
edilip onsuz ibadet yapılamayacağı dayatması dinleştirilmiştir. Üstelik
dinde dokunulmaz kılınan birçok fakîhin aksini söylemesine rağmen. Yani
Arapça’yı kutsallaştırma yoluyla yürütülen Arap kültür emperyalizmi,
önünde hiçbir engele yaşama hakkı tanımamıştır.
Engizisyon,
papazlarından alınma bu zülüm, kendisini ‘bütün insanlığın, bütün
zamanların dini’ olarak tanıtan İslam’ı sadece Arapların dini haline
getiren vahim zulümlerden biridir ve Allah ile aldatanlar tarafından
asırlarca din diye yutturulmuştur. Bu zulümden en büyük zararı gören
kitle ise Türk halkı olmuştur.
Tarihin
en büyük insanlık suçlarından biri olan bu zülüm, bugünkü Türkiye
Cumhuriyeti’nin sekiz bakanlık bütçesi kadar parayla beslenen Diyanet
İşleri tarafından hala yaşatılmaktadır. Bu din ve akıldışı dayatmayı
aşmak için bu satırların yazarı tarafından verilen mücadele Türk
halkının belleklerinde hala canlı olsa gerektir. Bu mücadelede en büyük
kahrı Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal din kurumu olan Diyanet İşleri
Başkanlığı’ndan çektik. Daha ibret verici olanı, aynı Diyanet, bu
tavrını birkaç yıl sürdükten sonra Tarabya’da topladığı bir şurasında,
Kuran’ı Türkçe okuyarak da namaz kılınabileceğini hükme bağladı.
(Herkesin kendi diliyle ibadet etmesinin İslam’a uygun olduğu konusunda,
bkz. Öztürk; Ana Dilde İbadet Meselesi)
Şimdi gelelim işin esasına;
Kuran-ı
Kerim’in açıkça bildirdiğine göre, her peygamber, hitap ettiği toplumun
diliyle konuşmuş, vahiy almıştır. Bunun sebebi, peygamberin getirdiği
mesajın, hitap ettiği toplum tarafından rahatça anlaşılmasını mümkün
kılmaktır. (İbrahim,4) Yine Kuran’a göre; istisnasız tüm toplumlara bir
peygamber gönderilmiştir.
Bunun
din bahsinde zorunlu sonucu şudur: Hiçbir dil dinsel anlamda ötekine
göre daha kutsal veya daha üstün değildir. Kutsal olan, Allah’ın
gönderdiği buyruklar, vahyettiği gerçeklerdir. Dil, bu gerçekleri
iletmenin bir aracıdır. Bu anlamda tüm diller Allah’ın ayetleri
cümlesindendir ve hepsi eşittir. (Rûm,22)
Bizim
peygamberimiz, kendisi esasen Arap ırkından olmamakla beraber birlikte
(dedesi Hz.İbrahim Sümerli idi. Araplar böylelerine ‘Araplaşmış Arap:
Arab müsta’rebe’ derler.) aldığı tanrısal vahyi, çekirdek toplum ve ilk
muhatap olarak Arapça konuşan insanlara iletti. Bu yüzden, biraz önce
gördüğümüz Kuransal gerçeğe uygun olarak Arapça vahiy aldı ve
muhataplarına Arapça hitap etti.
Kuran’ın açıkça bildirdiğine göre, Hz. Muhammed’in aldığı Kuran vahyinin Arapça indirilişinin hikmetleri şunlardır:
1.Taakkul,
yani gelen vahiyleri okuyanların bunları anlayıp taşıdıkları mesaj
üzerine akıllarını işletmeleri, (Yusuf,2: Zühruf,3 )
2.İnzâr,
yani gelen vahiylerle okuyanların uyarılmaları, başkalarını uyarmaları.
Eğer Kuran, toplumunun dili olan Arapça dışında bir dille gelseydi, onu
anlamayacaklar ve bu uyarı işlevi askıda kalacaktı. Bu kez muhataplar,
bilmedikleri bir dille vahiy gelişini kınayacaklar, çeşitli
savsaklamaların gerekçesi yapacaklardı. (Şuara, 195; Ahkaf,12;
Fussılet,44 )
3.Tedebbür, yani okunan metinlerin anlaşılması ve anlamları üzerinde derin derin düşünülmesi.
Bu
tedebbür kavramı Kuran’ın altını ısrarla çizdiği bir kavramdır. Öyle
ki, Kuran’a göre, Kuran okumak, esas anlamıyla tedebbür etmektir. Tedebbür
yoksa Kuran okumaktan söz etmek mümkün değildir.(!!) Tedebbür için,
okunan metin dilini bilmek ilk şart olduğuna göre, Arapça bilmeyen bir
Müslüman’ın tedebbür emrini yerine getirmesi için, Kuran’ı anladığı
dildeki çevirisinden okuması kaçınılmazdır. Kuran, tedebbür ilkesinin,
Müslümanların temel ibadetleri olan namazda da korunmasını istemektedir.
Bunun içindir ki, ne dediğini anlamadan namaz kılmak yasaklanmış (Nisa,
43), ne dediğini anlamadan namaz kılanlar ağır biçimde kınanmıştır.
(Maun, 4-5)
O
halde, namazlarında Kuran’dan bazı bölümler veya ayetler okuyacak
kişilerin, bunların anladıkları dilde okumaları Kuran’ın açık emridir.
Hz.Peygamber’in
vefatından kısa bir süre sonra İslam dışı bir krallık sistemiyle
yönetimi ele alan Arap Emevî hanedanı, önlerindeki en büyük engel Hz.
Ali ve evladını öldürüp ortadan kaldırdıktan sonra, Arap olmayan
Müslümanları sindirme ve bastırma hareketine girişti. Arap olmayan
Müslümanlara ‘mevali’ yani köleler kitlesi diye Emevi krallığı, tüm
İslam bilgi ve düşünce mirasını Araplaştıracak, Arapların ve Arapça’nın
üstünlüğünü dinleştirecek büyük bir operasyona girdi. Arapça okuma-yazma
bilmeyen tüm insanları ‘ümmi’ kabul edecek kadar zalimleşen bu anlayış,
Allah ile aldatan tezgahın Arapça takımı tarafından fıkıh kitaplarında
hala yaşatılmaktadır.
Bu
akıl ve din dışı savların geçerli kılınması için yüzlerce hadis
uyduruldu. Bu uydurma hadislerle, Emevi hanedanlığının yönetimini ve
Arap ırkının üstünlüğünü kutsallaştırıp kökleştirecek hemen her şey
yapıldı. Bugünkü İslam bilgi mirasının, özellikle fıkıh ve kelam (İslam
teolojisi) kaynaklarının hemen her sayfası bu yozlaştırma ve
Araplaştırmanın ürünleriyle doludur. Ve Kuran’ı değil de bu ürünleri din
olarak kutsal tutmak isteyen zihniyetler, akıl almaz oyunlar
sergileyerek insanımızı aldatmakta ve sömürmektedir.
Osmanlı
imparatorluğu da, görünüşte Arapları yönetiminde tutması rağmen, bu
kutsallaştırılmış Arabizmin kültür hegemonyası altında, farkında olmadan
Arap esaretine girmiştir. Osmanlı kendine adeta bir self-emperyalizm
uygulanmıştır. Kendilerine kutsal ırk diye hizmet ettiğimiz Araplar bizi
emperyalist olarak suçlarken biz onların kültürlerinin, dillerinin
köleleri olduk. Bu köleliğin yaşatılması için hep yozlaştıran din
kullanıldı. Böylece ne İslam’dan yararlanabildik ne de kendi varlığımız
ve kültürümüzden. Bu durum, dini ve kutsal duyguların sömürülerine araç
yapmak isteyen zihniyetlerin de işine geldiği için, onlar da Kuran’ın
büyük halk kitlelerince okunmaması yolunda gayret sarf etmişlerdir.
Arapça
bilmeyenlerin Kuran’a el süremez hale gelmesi, sömürücülerin din
üzerinde kurdukları baskıyı kutsallaştırmış ve Müslüman kitleyi onlara
teslim olmaya mecbur ve mahkum etmiştir. Din onların elinde,
istediklerini istedikleri kalıba dökmek, istediklerini almak,
istediklerini engellemek için kutsal-dokunulmaz bir araç olmuştur.
DİL Mİ KUTSAL, MESAJ MI?
Din meselesinin en ciddi sorularından biri de budur. Dil mi kutsal, mesaj mı?
Allah
ile aldatanlar, hesapları öyle elverdiği için, sürekli olarak dili
kutsal göstermiş, mesaja özgü kutsallık ve yüceliği sürekli dile
vermişlerdir.
Eğer
dil kutsal sayılırsa bu kutsallığa bağlı olarak o dilin toplumunu,
ırkı, coğrafyası, kültürü art arda kutsallaştırılır. Ve bunca
kutsallığın altında dilin taşıdığı mesaj ezilir, unutulur veya ikincil
duruma düşer. En azından, dilin coğrafyası, kültürü dinin verileriyle
karışır, dinleşir. Dilin kutsallaşması halinde mesaj kaçınılmaz bir
biçimde kenara itilir.
Dini,
Allah ile aldatmanın aracı yapan zihniyetler, tarih boyunca hep dili
kutsal kıldılar. Mesaj hep ikinci plana itildi. Bunun en görkemli örneği
engizisyon papazlığının İncili tercümeye izin vermemesidir.
Engizisyon
papazlığına göre, dil kutsaldı. O halde İncil başka bir dile
çevrilemezdi. O şekliyle anlayanlar anlardı, anlamayanlar kelimeleri
telaffuz edebildikleri kadar eder, sevap kazanırlardı.
İncil’in
ne dediğini anlamaya gelince, onun için kiliseye ruhban sınıfına
başvurmak gerekiyordu. Ve işin püf noktası da buydu. İncil’in ne
dediğini merak edenler onu anlama yetenek ve şansına sahip bulunan
‘kutsal Tanrı adamları’na başvuracak, İncil adına onları
dinleyeceklerdi. Böyle habersiz koyup papaz hegemonyasının tasarruf ve
tasallutuna mahkum ettiler.
Allah
ile aldatan zihniyet, dilin değil mesajın kutsal olduğunu asla
söylemez. Çünkü bu onun işinin bitmesi anlamına gelmektedir. Dil kutsal
ve dokunulmaz olacaktır ki kitleler, mesajı anlamak için o ‘kutsala
aşina olan’ kutsal ve dokunulmazlar önünde eğilmek ve onlara haraç
ödemek zorunda kalsın. Sistem son derece dahice kurulmuştur: Ya haracı
ödesinler, yahut da din bilmez cahiller olmaya devam etsinler.
Haracı
ödemeyen, hurûç (karşı çıkış, baş kaldırış)la suçlanır. Hurûç yine
sistemli bir biçimde ‘Allah’a dine karşı çıkış’ olarak tanıtılır.
Faturanın ağırlığını düşünün! Kim kalkar da birkaç kuruşluk haracı
vermesin diye başını böyle bir derde sokar!?
Dilin kutsallaştırması Allah ile aldatanlar egemenliğine iki başlı bir yarar sağlamaktadır:
1. Mesajı öğrenmek için egemenliğin temsilcilerine muhtaç hale gelen halkın ödediği haraçlar,
2. Sadece sözcükleri telaffuzla sevap kazanacakları dilin kelime telaffuzundan ibaret öğretimi için toplanacak paralar.
Böylesi
kutsal bir hizmeti (!) verdikleri için ‘kutsal ve dokunulmaz kişiler’e
gösterilecek derin saygı da cabası. Allah ile aldatanlar, dilin değil
mesajın kutsal olduğunu söyledikleri anda bu iki kapının ikisi de
yüzlerine kapanır. Buna izin vermezler.
Müslüman coğrafyasındaki sarıklı engizisyonun bu noktada şansı haçlı engizisyondan çok daha yüksektir.
İslam’da
namaz ibadeti vardır ve namazda belli bir miktar Kuran okumak şart
tutulmuştur. Bu şartın yerine getirilmesi ise okunan Kuran parçalarının
Arapça olması şeklinde ikinci bir şarta bağlanmıştır.
Çeviri
yapılmayan veya yapılamayan bir kitabın, Atatürk’ün söylediği gibi,
‘anlamı yok demektir.’ (ki Kuran’ın çevirisini yapılmasını isteyen
Atatürk’tür. Bunu Elmalılı Hamdi Yazır yapmıştır.) Atatürk’ün bu tezi,
İmamı Azam’ın bu konudaki teziyle tıpa tıp aynıdır. İmamı Azam’a göre
de, Kur’an her dile çevrilir ve o çevirilerle namaz kılınır. Çünkü
Kur’an esasında bir manadır. O mana tarih boyunca tüm peygamberlere
değişik dillerde gelmiştir. Bunun aksini söylemek Allah’ın anlamsız söz
vahyettiğini söylemekle eş anlamlıdır.
Çeviri
yapılamasa veya yapılmasa tüm kitleler mesajı okuyup anlayamaz. Böyle
olunca da Ali İmran 19’da değinilen “Kuran’la hem seni dinleyenleri hem
de onun ulaştığı herkesi uyar!” emri anlamsızlaşır.
Tanrısal
kitap özgün şekliyle korunur, uzmanlaşmış kişilerce özgün şekliyle
okunur ama kitleler için her dile çevrilir ve halkın yararlanmasına
açılır. Bunun aksini iddia etmek dine hizmet değil dinsizliğe hizmettir.
TEMEL İBADETİ DIŞLAYARAK ALDATMA
Allah
ile aldatanların vücut verdikleri en büyük yıkımlardan biri, Kuran’ın
getirdiği temel ibadetin ikinci, üçüncü sıraya atılması veya tamamen
dışlanmasıdır. Bu dışlamada, yine Arapçacılık ve Arapçılık ile namazın
istismarına bağlı tezgahlar ve çıkarlar etken olmuştur.
Temel
ibadet, önce namaza hapsedildi, sonra Arapça ile eşitlendi, sonra da
namaz Arapça okuma şartına bağlanarak iş bitirildi. Namaz kılacak kadar
Kur’an ezberleyen milyonlarca Müslüman, asırlar boyunca bununla yetinmiş
ve Kuran’ın okunması ayrı ve farz bir emir olma noktasına asla
ulaşamamıştır.
Arap
olmayan kitleler, namazda okudukları ayet ve sürelerin anlamlarını
bilme gibi bir şansı elde edememişlerdir. Oysaki bu ayet ve surelerin
anlamlarını bilmek bile yetmez.
Kuran’ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için farzdır. Namazdan önce ve namazdan daha önemli bir farzdır.
Allah’ın
“Kur’an oku!” emri, “Namaz kıl!” emrinden hem daha öncedir hem de daha
önemli. Bu bir yorum veya tevil değildir, Kuran’ın açık beyanıdır.
İsteyen her insan, Kur’an hükümlerinin iniş sırasını takip ederek Kur’an
okumaya ilişkin emirle namaz kılmaya ilişkin emrin sırasını görebilir.
Daha açık söyleyelim:
Bir
kere Kuran’ın vahyedilen ilk kelimesi Kuran’ın ilk emridir ve şudur:
“Oku!”. İkincisi, “Kuran’ı düşüne düşüne dikkatle oku!” emri, iniş
sırasıyla üçüncü sure olan Müzzemmil Süresi’nin 4.ayetinde verilmiştir.
Aynı emir, aynı surenin 20.ayetinde bir kez daha tekrarlandıktan
sonradır ki “Namazı kılın!” emri gelmiştir. (Geniş bilgi için bizim
Kuran’ın Temel Buyrukları adlı eserimize bakılabilir.)
Ankebut
Suresi 45. ayet açıkça gösteriyor ki, ‘Zikrullah’ namaz kılmaktan
üstündür. Zikir, Kuran’ın en önemli ve en bilinen adlarından biridir.
Zikrullah tabiri, tarikat sulandırmaların iddia ettiği gibi, “Allah,
Allah” sesleri çıkararak def çalıp zıplamak, dönmekten ibaret değildir. O
uygulamalar, bütün samimiyet şartları var sayılırsa, en iyi ihtimalle
zikrin en son mertebesi olabilir.
Allah’ı
zikretmenin ilk ve tartışmasız anlamı Kuran okumak olacaktır. Nitekim,
19.yüzyılın büyük sufi düşünürü Kuşadalı İbrahim Halveti (ölm.1845),
tasavvuf ve tarikat meşrebinin en büyük temsilcilerinden biri olmasına
rağmen, zikir konusunu böyle anlamış ve bağlılarına, Allah’ın tertibi
olan Kuran’ı bırakıp da şunun-bunun tertibi olan sözde zikirlerle zaman
yitirmemeleri emretmiştir.
Şimdi,
yüzyıllardır saklanan bir gerçeği tüm açıklığıyla ve Kuran’a sadakatin
bir ifadesi olarak duyuralım: Namaz kılmak ne ise Kuran okumak da odur,
hatta Kuran okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha
erdiricidir. Şöyle de diyebiliriz: Namaz kılmamak neyse Kuran okumamak
da odur, hatta Kuran okumamak daha yıkıcıdır.
Sadece Kur’an okuyup namaz kılmayanın durumu, sadece namaz kılıp Kur’an okumayanın durumundan iyidir.
Bu
Kuransal gerçek asırlardır insanlardan bilerek veya bilmeyerek
saklanmıştır. Kuran’ın; geceleri Kuran’la meşgul olmak anlamında
kullanıldığı teheccüd, yine namaz kılmaya dönüştürülmüş ve yine Kuran’ın
söylediğinin tam tersi yapılmıştır.
Kuran
okumayı cami içine özgülemek, dışarıda Kur’an okumayı adeta dışlamak da
Allah ile aldatanların yarattıkları olumsuzluklar arasındadır. Bir
önceki sapmanın en yıkıcı uzantısı budur. Kuran okumayı camide bulunma
şartına bağlayan ortak bir şuuraltı geliştirilmiştir.
Kuran
okumanın cami içine özgülenmesine yol açan örfü, Emevîlerin despot
valisi ‘zalim’ ünvanlı Haccac (ölm.95/714) başlatmıştır. O, sabah
namazından sonra okunmak üzere camilere özel mushaflar koydurdu. Böylece
Kuran okumanın camiye hapsedilmesi çığırı başlatılmış oldu. (Bu konuda
bk. Şâtıbî; el-I’tısam, 1/172) Ama onlar, hiç değilse, okuduklarını
anlayabiliyorlardı. Bugünkü okuyuşlarda bu da kalmamıştır.
Kuran okumayı merasime bağlamak da aldatmaların ve Kuran’ın okunmasını zorlaştırmanın uzantılarından biri ve belki en kötüsüdür.
Kuran,
okunacak şeyleri toplayan kitap anlamındadır. Adı bu anlamda olduğu
içindir ki ilk emri de “Oku!” olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel
müdahaleler bu ‘okunacak kitap’ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve
bazen de ‘üfürülecek kitap’ haline getirdi. Bu olumsuz müdahalenin
yarattığı din dışı merasimleri merak edenler bizim,İslam Nasıl
Yozlaştırıldı adlı kitabımızın Kur’an maddesine bakabilirler.
Kur’an
okumanın ruhu bu merasimler değil, derin derin düşünmek demek olan
tedebbürdür. Tedebbürü değil ortadan kaldıran, zedeleyen şeyler bile
insanlık suçudur. Allah ile aldatanlar bu suçu asırlardır işliyorlar..
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk “Allah İle Aldatmak” kitabı sf.152-167
0 yorum: