ALLAH İLE ALDATMANIN ‘ARAPÇA’CILIK AYAĞI
Allah ile aldatmanın bu ayağı Arap dilini kutsal ilan etmek için dini kullanma şeklinde yürütülen bir zülümdür. Arap dili ‘Allah’ın dili’ ilan edilip onsuz ibadet yapılamayacağı dayatması dinleştirilmiştir. Üstelik dinde dokunulmaz kılınan birçok fakîhin aksini söylemesine rağmen. Yani Arapça’yı kutsallaştırma yoluyla yürütülen Arap kültür emperyalizmi, önünde hiçbir engele yaşama hakkı tanımamıştır.
Engizisyon,
papazlarından alınma bu zülüm, kendisini ‘bütün insanlığın, bütün
zamanların dini’ olarak tanıtan İslam’ı sadece Arapların dini haline
getiren vahim zulümlerden biridir ve Allah ile aldatanlar tarafından
asırlarca din diye yutturulmuştur. Bu zulümden en büyük zararı gören
kitle ise Türk halkı olmuştur.
Tarihin
en büyük insanlık suçlarından biri olan bu zülüm, bugünkü Türkiye
Cumhuriyeti’nin sekiz bakanlık bütçesi kadar parayla beslenen Diyanet
İşleri tarafından hala yaşatılmaktadır. Bu din ve akıldışı dayatmayı
aşmak için bu satırların yazarı tarafından verilen mücadele Türk
halkının belleklerinde hala canlı olsa gerektir. Bu mücadelede en büyük
kahrı Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal din kurumu olan Diyanet İşleri
Başkanlığı’ndan çektik. Daha ibret verici olanı, aynı Diyanet, bu
tavrını birkaç yıl sürdükten sonra Tarabya’da topladığı bir şurasında,
Kuran’ı Türkçe okuyarak da namaz kılınabileceğini hükme bağladı.
(Herkesin kendi diliyle ibadet etmesinin İslam’a uygun olduğu konusunda,
bkz. Öztürk; Ana Dilde İbadet Meselesi)
Şimdi gelelim işin esasına;
Kuran-ı
Kerim’in açıkça bildirdiğine göre, her peygamber, hitap ettiği toplumun
diliyle konuşmuş, vahiy almıştır. Bunun sebebi, peygamberin getirdiği
mesajın, hitap ettiği toplum tarafından rahatça anlaşılmasını mümkün
kılmaktır. (İbrahim,4) Yine Kuran’a göre; istisnasız tüm toplumlara bir
peygamber gönderilmiştir.
Bunun
din bahsinde zorunlu sonucu şudur: Hiçbir dil dinsel anlamda ötekine
göre daha kutsal veya daha üstün değildir. Kutsal olan, Allah’ın
gönderdiği buyruklar, vahyettiği gerçeklerdir. Dil, bu gerçekleri
iletmenin bir aracıdır. Bu anlamda tüm diller Allah’ın ayetleri
cümlesindendir ve hepsi eşittir. (Rûm,22)
Bizim
peygamberimiz, kendisi esasen Arap ırkından olmamakla beraber birlikte
(dedesi Hz.İbrahim Sümerli idi. Araplar böylelerine ‘Araplaşmış Arap:
Arab müsta’rebe’ derler.) aldığı tanrısal vahyi, çekirdek toplum ve ilk
muhatap olarak Arapça konuşan insanlara iletti. Bu yüzden, biraz önce
gördüğümüz Kuransal gerçeğe uygun olarak Arapça vahiy aldı ve
muhataplarına Arapça hitap etti.
Kuran’ın açıkça bildirdiğine göre, Hz. Muhammed’in aldığı Kuran vahyinin Arapça indirilişinin hikmetleri şunlardır:
1.Taakkul,
yani gelen vahiyleri okuyanların bunları anlayıp taşıdıkları mesaj
üzerine akıllarını işletmeleri, (Yusuf,2: Zühruf,3 )
2.İnzâr,
yani gelen vahiylerle okuyanların uyarılmaları, başkalarını uyarmaları.
Eğer Kuran, toplumunun dili olan Arapça dışında bir dille gelseydi, onu
anlamayacaklar ve bu uyarı işlevi askıda kalacaktı. Bu kez muhataplar,
bilmedikleri bir dille vahiy gelişini kınayacaklar, çeşitli
savsaklamaların gerekçesi yapacaklardı. (Şuara, 195; Ahkaf,12;
Fussılet,44 )
3.Tedebbür, yani okunan metinlerin anlaşılması ve anlamları üzerinde derin derin düşünülmesi.
Bu
tedebbür kavramı Kuran’ın altını ısrarla çizdiği bir kavramdır. Öyle
ki, Kuran’a göre, Kuran okumak, esas anlamıyla tedebbür etmektir. Tedebbür
yoksa Kuran okumaktan söz etmek mümkün değildir.(!!) Tedebbür için,
okunan metin dilini bilmek ilk şart olduğuna göre, Arapça bilmeyen bir
Müslüman’ın tedebbür emrini yerine getirmesi için, Kuran’ı anladığı
dildeki çevirisinden okuması kaçınılmazdır. Kuran, tedebbür ilkesinin,
Müslümanların temel ibadetleri olan namazda da korunmasını istemektedir.
Bunun içindir ki, ne dediğini anlamadan namaz kılmak yasaklanmış (Nisa,
43), ne dediğini anlamadan namaz kılanlar ağır biçimde kınanmıştır.
(Maun, 4-5)
O
halde, namazlarında Kuran’dan bazı bölümler veya ayetler okuyacak
kişilerin, bunların anladıkları dilde okumaları Kuran’ın açık emridir.
Hz.Peygamber’in
vefatından kısa bir süre sonra İslam dışı bir krallık sistemiyle
yönetimi ele alan Arap Emevî hanedanı, önlerindeki en büyük engel Hz.
Ali ve evladını öldürüp ortadan kaldırdıktan sonra, Arap olmayan
Müslümanları sindirme ve bastırma hareketine girişti. Arap olmayan
Müslümanlara ‘mevali’ yani köleler kitlesi diye Emevi krallığı, tüm
İslam bilgi ve düşünce mirasını Araplaştıracak, Arapların ve Arapça’nın
üstünlüğünü dinleştirecek büyük bir operasyona girdi. Arapça okuma-yazma
bilmeyen tüm insanları ‘ümmi’ kabul edecek kadar zalimleşen bu anlayış,
Allah ile aldatan tezgahın Arapça takımı tarafından fıkıh kitaplarında
hala yaşatılmaktadır.
Bu
akıl ve din dışı savların geçerli kılınması için yüzlerce hadis
uyduruldu. Bu uydurma hadislerle, Emevi hanedanlığının yönetimini ve
Arap ırkının üstünlüğünü kutsallaştırıp kökleştirecek hemen her şey
yapıldı. Bugünkü İslam bilgi mirasının, özellikle fıkıh ve kelam (İslam
teolojisi) kaynaklarının hemen her sayfası bu yozlaştırma ve
Araplaştırmanın ürünleriyle doludur. Ve Kuran’ı değil de bu ürünleri din
olarak kutsal tutmak isteyen zihniyetler, akıl almaz oyunlar
sergileyerek insanımızı aldatmakta ve sömürmektedir.
Osmanlı
imparatorluğu da, görünüşte Arapları yönetiminde tutması rağmen, bu
kutsallaştırılmış Arabizmin kültür hegemonyası altında, farkında olmadan
Arap esaretine girmiştir. Osmanlı kendine adeta bir self-emperyalizm
uygulanmıştır. Kendilerine kutsal ırk diye hizmet ettiğimiz Araplar bizi
emperyalist olarak suçlarken biz onların kültürlerinin, dillerinin
köleleri olduk. Bu köleliğin yaşatılması için hep yozlaştıran din
kullanıldı. Böylece ne İslam’dan yararlanabildik ne de kendi varlığımız
ve kültürümüzden. Bu durum, dini ve kutsal duyguların sömürülerine araç
yapmak isteyen zihniyetlerin de işine geldiği için, onlar da Kuran’ın
büyük halk kitlelerince okunmaması yolunda gayret sarf etmişlerdir.
Arapça
bilmeyenlerin Kuran’a el süremez hale gelmesi, sömürücülerin din
üzerinde kurdukları baskıyı kutsallaştırmış ve Müslüman kitleyi onlara
teslim olmaya mecbur ve mahkum etmiştir. Din onların elinde,
istediklerini istedikleri kalıba dökmek, istediklerini almak,
istediklerini engellemek için kutsal-dokunulmaz bir araç olmuştur.
DİL Mİ KUTSAL, MESAJ MI?
Din meselesinin en ciddi sorularından biri de budur. Dil mi kutsal, mesaj mı?
Allah
ile aldatanlar, hesapları öyle elverdiği için, sürekli olarak dili
kutsal göstermiş, mesaja özgü kutsallık ve yüceliği sürekli dile
vermişlerdir.
Eğer
dil kutsal sayılırsa bu kutsallığa bağlı olarak o dilin toplumunu,
ırkı, coğrafyası, kültürü art arda kutsallaştırılır. Ve bunca
kutsallığın altında dilin taşıdığı mesaj ezilir, unutulur veya ikincil
duruma düşer. En azından, dilin coğrafyası, kültürü dinin verileriyle
karışır, dinleşir. Dilin kutsallaşması halinde mesaj kaçınılmaz bir
biçimde kenara itilir.
Dini,
Allah ile aldatmanın aracı yapan zihniyetler, tarih boyunca hep dili
kutsal kıldılar. Mesaj hep ikinci plana itildi. Bunun en görkemli örneği
engizisyon papazlığının İncili tercümeye izin vermemesidir.
Engizisyon
papazlığına göre, dil kutsaldı. O halde İncil başka bir dile
çevrilemezdi. O şekliyle anlayanlar anlardı, anlamayanlar kelimeleri
telaffuz edebildikleri kadar eder, sevap kazanırlardı.
İncil’in
ne dediğini anlamaya gelince, onun için kiliseye ruhban sınıfına
başvurmak gerekiyordu. Ve işin püf noktası da buydu. İncil’in ne
dediğini merak edenler onu anlama yetenek ve şansına sahip bulunan
‘kutsal Tanrı adamları’na başvuracak, İncil adına onları
dinleyeceklerdi. Böyle habersiz koyup papaz hegemonyasının tasarruf ve
tasallutuna mahkum ettiler.
Allah
ile aldatan zihniyet, dilin değil mesajın kutsal olduğunu asla
söylemez. Çünkü bu onun işinin bitmesi anlamına gelmektedir. Dil kutsal
ve dokunulmaz olacaktır ki kitleler, mesajı anlamak için o ‘kutsala
aşina olan’ kutsal ve dokunulmazlar önünde eğilmek ve onlara haraç
ödemek zorunda kalsın. Sistem son derece dahice kurulmuştur: Ya haracı
ödesinler, yahut da din bilmez cahiller olmaya devam etsinler.
Haracı
ödemeyen, hurûç (karşı çıkış, baş kaldırış)la suçlanır. Hurûç yine
sistemli bir biçimde ‘Allah’a dine karşı çıkış’ olarak tanıtılır.
Faturanın ağırlığını düşünün! Kim kalkar da birkaç kuruşluk haracı
vermesin diye başını böyle bir derde sokar!?
Dilin kutsallaştırması Allah ile aldatanlar egemenliğine iki başlı bir yarar sağlamaktadır:
1. Mesajı öğrenmek için egemenliğin temsilcilerine muhtaç hale gelen halkın ödediği haraçlar,
2. Sadece sözcükleri telaffuzla sevap kazanacakları dilin kelime telaffuzundan ibaret öğretimi için toplanacak paralar.
Böylesi
kutsal bir hizmeti (!) verdikleri için ‘kutsal ve dokunulmaz kişiler’e
gösterilecek derin saygı da cabası. Allah ile aldatanlar, dilin değil
mesajın kutsal olduğunu söyledikleri anda bu iki kapının ikisi de
yüzlerine kapanır. Buna izin vermezler.
Müslüman coğrafyasındaki sarıklı engizisyonun bu noktada şansı haçlı engizisyondan çok daha yüksektir.
İslam’da
namaz ibadeti vardır ve namazda belli bir miktar Kuran okumak şart
tutulmuştur. Bu şartın yerine getirilmesi ise okunan Kuran parçalarının
Arapça olması şeklinde ikinci bir şarta bağlanmıştır.
Çeviri
yapılmayan veya yapılamayan bir kitabın, Atatürk’ün söylediği gibi,
‘anlamı yok demektir.’ (ki Kuran’ın çevirisini yapılmasını isteyen
Atatürk’tür. Bunu Elmalılı Hamdi Yazır yapmıştır.) Atatürk’ün bu tezi,
İmamı Azam’ın bu konudaki teziyle tıpa tıp aynıdır. İmamı Azam’a göre
de, Kur’an her dile çevrilir ve o çevirilerle namaz kılınır. Çünkü
Kur’an esasında bir manadır. O mana tarih boyunca tüm peygamberlere
değişik dillerde gelmiştir. Bunun aksini söylemek Allah’ın anlamsız söz
vahyettiğini söylemekle eş anlamlıdır.
Çeviri
yapılamasa veya yapılmasa tüm kitleler mesajı okuyup anlayamaz. Böyle
olunca da Ali İmran 19’da değinilen “Kuran’la hem seni dinleyenleri hem
de onun ulaştığı herkesi uyar!” emri anlamsızlaşır.
Tanrısal
kitap özgün şekliyle korunur, uzmanlaşmış kişilerce özgün şekliyle
okunur ama kitleler için her dile çevrilir ve halkın yararlanmasına
açılır. Bunun aksini iddia etmek dine hizmet değil dinsizliğe hizmettir.
TEMEL İBADETİ DIŞLAYARAK ALDATMA
Allah
ile aldatanların vücut verdikleri en büyük yıkımlardan biri, Kuran’ın
getirdiği temel ibadetin ikinci, üçüncü sıraya atılması veya tamamen
dışlanmasıdır. Bu dışlamada, yine Arapçacılık ve Arapçılık ile namazın
istismarına bağlı tezgahlar ve çıkarlar etken olmuştur.
Temel
ibadet, önce namaza hapsedildi, sonra Arapça ile eşitlendi, sonra da
namaz Arapça okuma şartına bağlanarak iş bitirildi. Namaz kılacak kadar
Kur’an ezberleyen milyonlarca Müslüman, asırlar boyunca bununla yetinmiş
ve Kuran’ın okunması ayrı ve farz bir emir olma noktasına asla
ulaşamamıştır.
Arap
olmayan kitleler, namazda okudukları ayet ve sürelerin anlamlarını
bilme gibi bir şansı elde edememişlerdir. Oysaki bu ayet ve surelerin
anlamlarını bilmek bile yetmez.
Kuran’ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için farzdır. Namazdan önce ve namazdan daha önemli bir farzdır.
Allah’ın
“Kur’an oku!” emri, “Namaz kıl!” emrinden hem daha öncedir hem de daha
önemli. Bu bir yorum veya tevil değildir, Kuran’ın açık beyanıdır.
İsteyen her insan, Kur’an hükümlerinin iniş sırasını takip ederek Kur’an
okumaya ilişkin emirle namaz kılmaya ilişkin emrin sırasını görebilir.
Daha açık söyleyelim:
Bir
kere Kuran’ın vahyedilen ilk kelimesi Kuran’ın ilk emridir ve şudur:
“Oku!”. İkincisi, “Kuran’ı düşüne düşüne dikkatle oku!” emri, iniş
sırasıyla üçüncü sure olan Müzzemmil Süresi’nin 4.ayetinde verilmiştir.
Aynı emir, aynı surenin 20.ayetinde bir kez daha tekrarlandıktan
sonradır ki “Namazı kılın!” emri gelmiştir. (Geniş bilgi için bizim
Kuran’ın Temel Buyrukları adlı eserimize bakılabilir.)
Ankebut
Suresi 45. ayet açıkça gösteriyor ki, ‘Zikrullah’ namaz kılmaktan
üstündür. Zikir, Kuran’ın en önemli ve en bilinen adlarından biridir.
Zikrullah tabiri, tarikat sulandırmaların iddia ettiği gibi, “Allah,
Allah” sesleri çıkararak def çalıp zıplamak, dönmekten ibaret değildir. O
uygulamalar, bütün samimiyet şartları var sayılırsa, en iyi ihtimalle
zikrin en son mertebesi olabilir.
Allah’ı
zikretmenin ilk ve tartışmasız anlamı Kuran okumak olacaktır. Nitekim,
19.yüzyılın büyük sufi düşünürü Kuşadalı İbrahim Halveti (ölm.1845),
tasavvuf ve tarikat meşrebinin en büyük temsilcilerinden biri olmasına
rağmen, zikir konusunu böyle anlamış ve bağlılarına, Allah’ın tertibi
olan Kuran’ı bırakıp da şunun-bunun tertibi olan sözde zikirlerle zaman
yitirmemeleri emretmiştir.
Şimdi,
yüzyıllardır saklanan bir gerçeği tüm açıklığıyla ve Kuran’a sadakatin
bir ifadesi olarak duyuralım: Namaz kılmak ne ise Kuran okumak da odur,
hatta Kuran okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha
erdiricidir. Şöyle de diyebiliriz: Namaz kılmamak neyse Kuran okumamak
da odur, hatta Kuran okumamak daha yıkıcıdır.
Sadece Kur’an okuyup namaz kılmayanın durumu, sadece namaz kılıp Kur’an okumayanın durumundan iyidir.
Bu
Kuransal gerçek asırlardır insanlardan bilerek veya bilmeyerek
saklanmıştır. Kuran’ın; geceleri Kuran’la meşgul olmak anlamında
kullanıldığı teheccüd, yine namaz kılmaya dönüştürülmüş ve yine Kuran’ın
söylediğinin tam tersi yapılmıştır.
Kuran
okumayı cami içine özgülemek, dışarıda Kur’an okumayı adeta dışlamak da
Allah ile aldatanların yarattıkları olumsuzluklar arasındadır. Bir
önceki sapmanın en yıkıcı uzantısı budur. Kuran okumayı camide bulunma
şartına bağlayan ortak bir şuuraltı geliştirilmiştir.
Kuran
okumanın cami içine özgülenmesine yol açan örfü, Emevîlerin despot
valisi ‘zalim’ ünvanlı Haccac (ölm.95/714) başlatmıştır. O, sabah
namazından sonra okunmak üzere camilere özel mushaflar koydurdu. Böylece
Kuran okumanın camiye hapsedilmesi çığırı başlatılmış oldu. (Bu konuda
bk. Şâtıbî; el-I’tısam, 1/172) Ama onlar, hiç değilse, okuduklarını
anlayabiliyorlardı. Bugünkü okuyuşlarda bu da kalmamıştır.
Kuran okumayı merasime bağlamak da aldatmaların ve Kuran’ın okunmasını zorlaştırmanın uzantılarından biri ve belki en kötüsüdür.
Kuran,
okunacak şeyleri toplayan kitap anlamındadır. Adı bu anlamda olduğu
içindir ki ilk emri de “Oku!” olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel
müdahaleler bu ‘okunacak kitap’ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve
bazen de ‘üfürülecek kitap’ haline getirdi. Bu olumsuz müdahalenin
yarattığı din dışı merasimleri merak edenler bizim,İslam Nasıl
Yozlaştırıldı adlı kitabımızın Kur’an maddesine bakabilirler.
Kur’an
okumanın ruhu bu merasimler değil, derin derin düşünmek demek olan
tedebbürdür. Tedebbürü değil ortadan kaldıran, zedeleyen şeyler bile
insanlık suçudur. Allah ile aldatanlar bu suçu asırlardır işliyorlar..
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk “Allah İle Aldatmak” kitabı sf.152-167
0 yorum: