Images

Alışkanlıklarımızın emrindeyiz

   Farkında olalım ya da olmayalım; hayatımızı alışkanlıklarımız yönetiyor. Seçimlerimizin sadece %5′ini rasyonel olarak, düşünerek yaparız. İnsanda alışkanlık yaratan her şeyin kendine göre bir nedeni, bir mantığı vardır… Her akşam seyrettiğiniz televizyon kanalını neden seyrediyorsunuz? Neden evinizdeki masada hep aynı sandalyeye oturuyorsunuz? Sabah kalktığınızda davranışlarınız neden hep aynı kuralları izliyor? Her gün sabahtan akşama tekrar tekrar yaptığınız bu davranışlarınızı sanki bir tören kuralıymış gibi yaptığınızı biliyorsunuz değil mi? Hatta bu davranışlarınız engellenecek olursa fena halde huzursuz olacağınızı da…
     Hepimizin hayatı alışkanlıklarla dolu. Alışkanlıklarımızı biz oluştururuz ama sonrasında alışkanlıklarımız bizi biz yapar; hayatımızı yönetir. Alışkanlıkların faydalısı da zararlısı da son derece güçlüdür.
    Bizim her türlü davranışlarımızı -kimi araştırmacılara göre %95′ini- alışkanlıklarımız yönetir. Hayatımızın yönlendiren neredeyse tüm seçimlerimizi alışık olduğumuz şekilde yaparız. Seçimlerimizin sadece %5′ini rasyonel olarak, düşünerek yaparız.
     Hayatımızın büyük bölümünü ‘düşünmeden’ yönetmek bize atalarımızdan kalmış milyonlarca yıllık bir miras. Evrimsel biyoloji bize beynimizin güvensiz bir ortamda, tehlikeyle baş edebilmek ve hayatta kalabilmek üzere tasarlandığını ve hayatta kalmak gibi önemli bir konuda aklımıza değil sezgilerimize daha çok güvendiğimizi söyler. Bu nedenle nasıl tehlikelerden kaçmak ve hayatta kalmak için hiç düşünmeye ihtiyacımız yoksa; günlük hayatımızı sürdürmemiz için de düşünmeye pek fazla ihtiyacımız yoktur.
    Bu gerçek bazılarımızı rahatsız edebilir; ama maalesef (ya da ne iyi ki) işin aslı bu.
   Hepimiz bir çok konuda “düşünmeden”, zihnimizde oluşmuş kalıplardan ve kısa yollardan (heuristics) hareketle karar alır ve harekete geçeriz. Zihnimizdeki bu kısa yolların hepsi bizim alışkanlıklarımızı oluşturur.
Neale Martin’e göre bizi normal olarak alışkanlıklarımız yönetir; aklımızla karar verdiğimiz durumlar ise istisnadır. Kulağa ters geliyor olabilir ama ben bu görüşe yüzde yük katılıyorum. Uzun yıllardır girdiğim her toplantıda, yazdığım her yazıda hep bu görüşü savundum.
       Alışkanlıklarımız bizi yönetirlerken, “sorun-çözüm” “sıkıntı-rahatlama” ya da “açlık-tokluk” gibi neden sonuç ilişkileri üzerine hiç düşünmeden kısa yollar (heuristic) kullanır.
     Günlük ritüeller hayatımıza rahatlık ve anlam katar. Alışkanlıklarımızın derin bir anlamı vardır. BBDO Grubu tüketicilerin gündelik hayattaki törenselliklerini araştırmak üzere yaptığı çalışmada (Daily rituals of the world) günlük ritüellerin bizi bir duygu durumundan diğerine taşımada çok güçlü olduğunu ortaya koyuyor.  Uykudan uyanır uyanmaz başlayan, sabah evden çıkmadan önce dışarıda geçirdiğimiz bütün saatlerde, eve döndüğümüzde, yatağa yatıp uykuya geçene kadar yaptığımız her işi bir tören yapar gibi yapıyoruz. Bu törenler aynı zamanda hayatı anlamlı kılmamızın da bir yoludur.
Hayatımızın her aşamasında bu günlük alışkanlıklarımız bize fiziksel, duygusal ve sosyal bir rahatlık ve güven sağlar.
     Çocukluğumuzdan beri işler “alışa geldiğimiz gibi” yürüdüğü sürece kendimizi güvende hissederiz.
    Sadece her gün tekrarladığımız davranışlarımız değil, kullandığımız markalar da bizim vazgeçemediğimiz alışkanlıklarımızdır.
   Fakat bize neyi neden yaptığımız sorulduğunda hemen farklı bir tutum takınırız. Hiç birimiz yaptıklarımızı hiç düşünmeden yaptığımızı söyleyemeyiz. Bize çocukluğumuzdan beri her yaptığımızın akılcı bir nedeni olması gerektiği öğretildiğinden, bir davranışımızın nedeni sorulduğunda hemen akılcı bir “neden” buluruz.
alışkanlıklarımız
    Biz bir giyim mağazasından ‘normal’ olarak bir alışveriş yaparız fakat daha sonra bize birisi neden söz konusu alışverişi yaptığımızı sorduğunda; aklımız bu alışverişi neden yaptığımızı düşünmeye ve ona mantıklı bir neden bulmaya çalışır. Oysa bu davranışın arkasında hiçbir “mantıklı” sebep olmayabilir.
Bu sebeple araştırmalarda tüketicilere “Neden?” sorusunu sormak, aslında, tüketicileri doğal davranışlarından uzaklaştırmak demektir. “Neden?” sorusu karşısında hemen herkes “kabul görecek bir cevap” bulmaya çalışır. (Son yıllarda beynimizin gizleri çözüldükçe araştırma yapmanın da ne kadar zor olduğu daha iyi anlaşılır oldu. Ben araştırmaların insan davranışlarını, duygularını ve en önemlisi alışkanlıklarını çözecek şekilde yeniden tasarlanması gerektiğini düşünüyorum.)
    Tüketicilerin “gündelik törenlerini” (ritüeller), onlarda güvenli bir ruh hali yaratan alışkanlıklarını anlamak, pazarlama disiplininin özünü oluşturur.
   Büyük çoğunluğumuz yeni bir şeyler öğrenmek yerine bildiklerimizden hareketle bir seçim yapıp, risk almadan, kısa yoldan çözüm sağlamak isteriz. Ama şirketler bu basit gerçeği görmezden gelir. Bugün piyasaya çıkan yeni ürünlerin yaklaşık yüzde 80′inin başarısız olmasının en önemli sebebi, şirketlerin tüketicilerin alışkanlıklarını hiç anlamamış olarak, onlara yeni bir ürün satmaya çalışmasıdır.

Aslında bizim insan olarak davranışlarımız son derece aşikar değil midir?

  Yerleşik alışkanlıkları kırmak, davranışları değiştirmek zordur; hatta çok zordur. Birçok konuda “doğru olanı” bilsek bile bunu bir türlü hayata geçiremeyişimizin sebebi de bundan kaynaklanır. Bir ürünün pazarda tutmasının da ilk şartı tüketicilerin yaşamlarındaki mevcut alışkanlıklarını anlaması ve onları nasıl değiştirebileceğini kurgulamasıdır.
    Pazarlama bir markanın tüketicide nasıl alışkanlık yarattığını anlamak ve bu durumu yönetmek üzerine kurulu bir disiplindir. İnsanda alışkanlık yaratan her şeyin kendine göre bir nedeni, bir mantığı vardır. Biz farkında olmasak da son derece güçlü nedenlerden dolayı tekrarlanan davranışlarımız kemikleşir ve alışkanlık yaratarak bizim etrafımızda bir konfor çemberi yaratır (comfort zone).
Bugün artık -fMRI sayesinde- tüketicilerin mantıklarıyla karar vermediklerinden yüzde yüz eminiz. Bu nedenle tüketicilerin mantığına hitap eden reklamlar yapmak, hiç olmayacak bir duaya âmin demektir.
İnsanların mantıklarına seslenmek yerine markaların yapması gereken, tüketicilerin alışkanlıklarına odaklanmaktır. Bunu yapmak için, tüketicilerin günlük hayatlarına girmek ve kendi evlerinde, gündelik yaşamlarında, bir anlamda “mahremiyet sınırlarının içinde” neler yaptıklarını anlamak demektir. (Etnografik araştırma)
    Alışkanlıklar ne kadar güçlüyse tüketicilere bu alışkanlıklarını sorgulatmak da o kadar zordur. Eğer bir marka tüketicide sağlam bir alışkanlık yaratmışsa rakiplerin işi zorlaşır. Bu nedenle bir piyasadaki lider markanın müşterilerini elde etmek çok zordur.
    Liderden müşteri almak için, onların mevcut tüketim alışkanlıklarını kırmak gerekir. Onlara neyi neden yaptıklarını sorgulatmak gerekir; ama bunu yapmanın yolu katiyen “Ey tüketici ! Sana daha iyi bir teklifim var.” diye bağırmak değildir.
    İş dünyası hala tüketicilerin rasyonel davrandıklarını düşünüyor ve bu nedenle her yıl milyarlarca lira reklam ve yeni ürün çabaları olarak sokağa atılıyor.
    İş dünyasının insan doğasını anlaması ve bunu kabul etmesi neden bu kadar zor? Neden hiç var olmamış, rasyonel bir tüketici ütopyası yaratıp onun uğruna zamanımızı, emeğimizi, paramızı sokağa atıyoruz? Son derece yalın gerçekleri anlamak için daha ne kadar zaman geçmesi gerekiyor?

Daha ne kadar başarısızlık ve para kaybı gerekiyor?

   Aslında zihinlerindeki koşullanmaları kaldırabilseler insan doğasının bu aşikar gerçeklerini onlar da görecekler ama şirket yönetim odaları onları değiştiriyor. Keşke karar alırken tüketicilerin etten kemikten yapılmış birer insan olduklarını hatırlasalar.

Yazan : Temel Aksoy
Images

Doğru Zamanda, Doğru yerde, Doğru Soruyu sor hayatın değişsin!!

   Doğru kullanıldığında sorular, iletişimin en önemli silahıdır. Neden soru sorduğumuzu ve ne kadar bilgi almak istediğimizi bilmeli, sorularımızı buna göre şekillendirmeliyiz. Hiç diğer insanlara sorularınızı nasıl yönelttiğiniz üzerine düşündünüz mü? Sorular iletişiminizin ve kendinizi diğer insanlardan ayırma biçiminizin çok önemli bir bölümünü oluşturur. Sorular yoluyla bilgi alır, ilgi duyduğumuzu belirtiriz. Sorular aynı zamanda konuşmayı sevmeyen insanlarla iletişime geçmenin de başlıca yoludur. Ancak unutmamak gerekir ki soruların tek işlevi bilgi transferi değildir; aynı zamanda duygu transferini de sağlarlar. Bu yüzden iletişimde soruları etkin bir şekilde kullanabilmek çok önemlidir.
Soru sorarken bu 5 hataya düşmeyin!
   Soru sorarken aşağıdaki beş hataya asla düşmemeye özen göstermelisiniz.
1. Eğer alabileceğiniz yanıta hazırlıklı değilseniz veya başa çıkabileceğinizden emin değilseniz asla soru sormayın. Karşınızdaki insan haklı olarak “O zaman niye sordu ki?” diye düşünecektir.
2. Bir soru sorduktan sonra aldığınız yanıtı asla eleştirmeyin veya onunla alay etmeyin. Başka insanlarla alay etmek hiçbir zaman akıllıca bir davranış değildir ama birisi sorunuzu yanıtlama inceliğini gösterdikten sonra onunla alay etmek özelikle aptalca olacaktır. Çünkü o kişi bir daha sorunuza yanıt vermez.
3. Ciddiye almayacaksanız, kimseden tavsiye istemeyin Eğer kararınızı zaten verdiyseniz, yorum istemeyin.
4. Eğer yanıtı zaten biliyorsanız veya duymak istediğiniz yanıt çok açıksa soru sormayın. Duygularınızı incitmemek adına kimseyi yalan söylemek zorunda bırakmayın.
5. Sizi ilgilendirmeyen konularda soru sormayın. Soru sorma nedeninizi düşünün ve eğer iyi bir nedeniniz yoksa, sormayın. Alacağınız bilginin ne işinize yarayacağını değerlendirin. Birisi size uygunsuz bir şey sorduğunda da ona, bilmesini istediğinizden ya da gerçekte bilmek istediğinden daha fazlasını söylemeyin.
Images

Dinlemeyi biliyor muyuz?

Dinlemekte en önemli şey o anki ruh halimizdir. Fırsatımız varsa kendimizi gözden geçirip eğer uygun değilsek karşımızdakine bu konuşma için uygun bir ruh halinde olmadığımızı söyleriz. Şartlar uygun değilse bize aktarılanları tarafsız bir şekilde kayda alır daha sonra tekrar gözden geçirebiliriz. Hayatta bizi meşgul eden çok şey vardır. Yapılan rutin işlerin, alışkanlıklarımızın dinlememizi sekteye uğratan birçok meşguliyetimizin dinlememize engel olmasına müsaade etmemeliyiz. 
Adam doktora gider:
“Doktor Bey, galiba karımda işitme kaybı başladı. Ne yapabiliriz?”
Doktor:
“Eve gittiğiniz zaman, karınızın arkasında, biraz uzakta durun. Normal bir sesle ona soru sorun. Eğer sizi duymazsa biraz daha yaklaşın ve sorunuzu tekrarlayın. Hangi mesafede duyduğunu tespit edelim, ona göre bir tedavi uygularız.”
Adam eve döner. Karısı mutfakta yemekle uğraşmaktadır. Adam mutfağın kapısında durur ve normal bir sesle:
“Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?” diye sorar. Karısı cevap vermez. Adam bir iki adım atar ve bir kez daha sorar:
“Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?”
Karısı yine cevap vermez. Adam kadının dibine kadar gelir ve tekrarlar:
“Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?”
Karısı öfkeyle dönerek cevap verir:
“Üçtür köfte diyorum ya!”
Bir arkadaşım bu fıkrayı anlatınca iletişimle ilgili yazdıklarımı gözden geçirme ihtiyacı duydum ve gördüm ki hem iletme üzerinde durduğumu fark ettim ve bu yazımda dinleme üzerinde durmak istedim.
En büyük hatalarımızdan biri de dinliyor gibi görünüp dinlememektir. Konuşan kişi er geç bunun farkına varacaktır ve rahatsız olacaktır. Dinleyemeyecek durumdaysak bunu belirtmemiz konuşan kişinin kendine daha çok değer verdiğimizi gösterir. Dinlerken duyduğumuz herhangi bir şeyi geçmişle ilgili bir olayı hatırlamamıza neden olabilir. Geçmişteki bir duruma, olaya, kişiye bir çapa atmış olabiliriz. Bu durum da karşımızdakini anlamamıza engel olur. Dinlemeye, gergin, saldırgan duygularla başlamak, ön yargılardan kurtulmadan dinlemek karşımızdakini anlamamıza engel olacaktır. Birini dinlerken zihnimiz berrak olmalı.
Anlamadığımızda anlıyor gibi yapmak çok yanlış olur. Anlamadığımız bir ayrıntı varsa, konuşmaya ara verip anlamadığımız ayrıntı için açıklama istemeliyiz. Konuşan için bu, rahatsız edici bir durum olmaktan çıkar ve sizin anladığınızdan emin olur ve anlamadığınız noktalar için açıklama isteyeceğinizi bildiği için daha rahat devam eder konuşmasına. Anlıyor gibi görünmek ilk başta puan kazandırabilir ama kilit önemdeki bir bilgiyi atlamanıza neden olabilir. Salak gibi görünmek salak olmaktan iyidir.
dinlemeyi biliyor muyuz
Konuşulan şey sizin için önemsiz olabilir ancak karşınızdaki için belki de hayati bir önem taşımaktadır. Karşınızdakine zaman ayırıyorsanız söylediklerini anlamak için de çaba harcamalısınız. Tam tersi durumda hem karşınızdakinin zamanını hem de kendi zamanınızı boşa harcamış olursunuz.
Unutkanlık ayıp değildir. Yorgunluk ve yoğunluk unutkanlığa yol açar. Bu konuda önlem almamak bazen affedilir olmaktan çıkar. Bu tür durumlarda not almak en güzel yoldur.
“Leb demeden leblebiyi anlamak” ilk başta çok zekice ve takdir edici görülse de her zaman doğru bir yaklaşım değildir. Bu durum bazen mesajda boş kalan yerleri yanlış doldurmanıza neden olabilir. “Şey” li cümleler çok tehlikelidir. Konuşmacı,  bol bol şeyli cümleler kuruyor ise bazı metin boşlukları kalacaktır. Lütfen bu metin boşluklarını kendiniz doldurmayın. Karşımızdakini anlamaya en büyük engel ön yargılarımızdır.
Bununla ilgili bir öykü aktarmak isterim:
İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar;
“Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi…”
Berber çocuğa seslenir:
“Ali, buraya gel!”
Bunun üzerine çocuk sakince dükkâna girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, “bak şimdi” diye fısıldar ve bir elinde beş yüz bin, diğer elinde beş milyon’luk bir banknot olduğu halde çocuğa sorar:
“Hangisini istiyorsan alabilirsin?”
Çocuk dalgın dalgın bir beş yüz bine bir de beş milyona bakar ve sonunda beş yüz binlik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek:
“Gördün mü? Sana söylemiştim.” der.
Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali’yi görür. Yanına giderek, neden beş milyonluk değil de, beş yüz binlik banknotu aldığını sorar.
Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir:
“Hehehe… Eğer beş milyonluğu alırsam oyun biter!” der.
Dinleyen kişi kendini boş bakışlarla, esnemelerle ele verir. Konuşanı dinlerken bazı olumsuzluklar sergileyebiliriz. Bu olumsuzluklardan farkındalıklarla kurtulabiliriz.
Dinleyici Türleri
Şimdi size bazı dinleme şekillerinden söz etmek esterim:
- Bazı dinleyiciler vardır ki hiç külyutmazlar, çok zekidirler, leb demeden leblebiyi anlarlar ve sürekli karşıdaki kişiye çok zeki olduklarını ima etme ihtiyacı duyarlar. Bir iki dakika diyalogla çok rahat anlarsınız bu insanların dinleme kültürlerindeki eksikliklerini. Durmadan lafınızı bölerler, sizin söylediklerinizden çok kendi söyleyecekleri önemlidir, çünkü o insana vereceğiniz pek fazla bir şey yoktur. Karşıdaki her zaman aptal, bilgisiz ve söyledikleri şeyler boştur. Böyle bir insan kendinin bu yapıda olduğunu anlayamazlar. Çevresindeki gerçek dostlarının uyarıları da çok fazla bir işe yaramaz. Uzun bir uğraşı sabırla birleştiğinde işe yarayabilir.
- Bazı insanlar vardır ki işleri güçleri karşılaştırma yapmaktır. Karşılaştırma bir anlamda çok işe yarayabilir ama gereğinden fazlası sorun çıkarır. Siz bir şey anlatmaya çalışırken birden sözünüz kesilir ve kendiyle ilgili, deneyimleriyle ilgili ya da çevresindeki insanlarla ilgili bir bağlantı dinlemek zorunda kalırsınız. Bu tip insanlar sizi dinlemek yerine sizin anlattıklarınızla kendi hayatıyla ilgili çevresiyle ilgili bağlantı kurma derdine düşmüştür. Sizi pek dinleyemez. Çünkü onun sizi dinlemekten daha önemli yapacağı bir iş vardır: Karşılaştırma yapmak.
- Bazen de üstün bir konuşmacı dinleyiciniz olabilir. Siz bir şeyler anlatırken o sizin anlattıklarınızın daha iyi daha güzel nasıl anlatılacağıyla ilgilenir. Bu durum da sizi dinlemesine engel olur. Çünkü siz iyi bir anlatıcı değilsinizdir ona göre.
- Bazı dinleyiciler vardır ki dertleri başından aşkındır. Sizi dinlemeye mecali yoktur. Sizin dertleriniz, sıkıntılarınız onun dertleri yanında devede kulak bile değildir. Siz bir şeyler anlatırken o kendi dertleriyle meşguldür. Deprem olsa onun dertleri yüzünden depremle ilgilenecek hali yoktur ki. Onu dertleriyle baş başa bırakmak zorundasınız.  Dertlerini dinleyecekseniz o zaman başka. Anlatmaya başlar.
- Haa, unutmadan hiç yargıç dinleyicilerle karşılaştınız mı? Anlattıklarınıza bir yargıç gözüyle bakacaktır. Yeri geldiğinde bir dedektif, bazen bir avukat, bazen bir hâkim gibi sorular soracaktır size. Bu dinleyiciler çok iyi dinliyor gibi görünseler de bazen mesajın özünden uzaklaşabilirler ve bu özellikleri sizi dinlemesine engel olabilir.
- Peki, sözünüzü kesenlere ne diyeceksiniz? Konuşmanız esnasında sözünüz o kadar kesilir ki, anlatacaklarınıza bir türlü konsantre olamazsınız. Bir de bunu o kadar haklı nedenlerle yapıyordur ki söyleyeceğiniz hiçbir şey yoktur. Çünkü yanlış bir şeyler anlatıyorsunuzdur ya da eksik. Belki de anlattığınız şeyler çok gerekli değildir. Çünkü o bir aptal değildir. Siz ise bir aptala anlatıyor gibi anlatıyorsunuzdur.
- Ya sürekli şikâyet eden dinleyicilere ne diyeceksiniz? Siz ne kadar çaba sarf ederseniz sarf edin şikâyetleri hiç bitmez. Çünkü her şeye olumsuz bir bakış açıları vardır ve her şeye bir kulp takacaktır. Siz ağzınızla kuş tutsanız o diyecek ki niçin bu kuşların tüyleri duruyor?
- Eyvah eyvah! Dilim varmıyor ama bir de dinlediği her şeyi dedikodu konusu yapacak tiplerimiz vardır. Siz sorunu çözmek için kendinizi yırtın. O kendisine dedikodu konusu oluşturmaya çalışır ve her zaman da bu konuda başarılı olur. Çünkü sizi dinlerken buna öyle konsantre olur ki…
Şimdi tahmin ediyorum birçoğunuz yukarıda saydıklarımızdan hiçbirini kendinize kondurmamışsınızdır ya da o kadar alınğansınızdır ki birçok sorun sizde de vardır. Çevrenizin yorumlarını daha çok dikkate alarak ve onlardan yorum yapmalarını isteyerek gerçeği yakalayabilirsiniz. Yalnız çevrenizdeki insanların da yanılabileceğini göz ardı etmemeniz gerekir.
Umarım karşınızdaki konuşmacıya şu hikâyedeki yaşlı kadının haklı olduğunu dile getirme fırsatı vermiyorsunuzdur.
Duyma problemi olan 85 yaşındaki bir kadının öyküsünü dinlemiştim. Kadın doktoruna gider. Doktor onu muayene ettikten sonra, “Duyma sorununuzu düzeltecek olanaklarımız var artık. Ameliyat için sizce hangi gün uygun?” der.
“Ameliyat olacağımı nereden çıkardın, ameliyat olmak istemiyorum, 85 yaşındayım ve bugüne kadar duyduklarım bana yeter, yeterince duydum.” der. 
Yazan : M. Abdullah YILMAZ
Images

Bayram Mesajları

    Yarın Ramazan bayramı bende bir değişiklik yaparak sitemde bayramda sevdiklerinize gönderbileceğiniz mesajlardan bir demet sunmak istedim. Her ne kadar mesaj arayıp konuşmanın yerine geçmezsede en azından sevdiklerinize gönderbileceğiniz onların yüzünü gülümseten mesajlar olması dileğimle.

   Sevdiklerinizle nice huzurlu, mutlu, sağlıklı ve esenlikler dolu bayramlara ulaşmanızı diliyorum.
   Bir avuç dua, bir kucak sevgi, sıcak bir mesaj kapatır mesafeleri, birleştirir gönülleri, bir sıcak gülümseme, bir ufak hediye daha da yaklaştırır bizi birbirimize. Kalbiniz nur, eviniz huzur dolsun. Ramazan Bayramınız kutlu olsun!

   Kainatın yaratıcısı ve alemlerin Rabbi yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun! Ramazan Bayramı bereketiyle, bolluğuyla gelsin, tüm insanlık için hayırlara vesile olsun

    Küskünlerin barıştığı, sevenlerin biraraya geldiği, rahmetle ve şefkatle dolu günlerin en değerlilerinden olan Ramazan Bayramınız kutlu olsun.

   Her ilkbaharda gelinciklerin en güzel başlangıçları müjdelemesi gibi, bu bayramın da sana ve ailene mutluluk ve neşe getirmesini diliyorum... İyi bayramlar!

   Kardeşliğin doğduğu, sevgilerin birleştiği, belki durgun, belki yorgun, yine de mutlu, yine de umutlu, yine de sevgi dolu nice bayramlara...

   Yüreğine damla damla umut, günlerine bin tatlı mutluluk dolsun. Sevdiklerin hep yanında olsun, yüzün ve gülün hiç solmasın. Bayramın kutlu olsun...

   Tüm yürekler sevinç dolsun, umutlar gercek olsun,acılar unutulsun,dualarınız kabul ve bayramınız mübarek olsun.

    Ramazan Bayramınız kutlu, yüreğiniz umutlu, umutlarınız atlı, sevdanız kanatlı, mutluluğunuz katlı, sofranız tatlı, mekânınız tahtlı, ömrünüz bahtlı, yuvanız bereketli olsun...

    Bin damla serilsin yüreğine, bin mutluluk dolsun gönlüne, bütün hayallerin gerçek olsun, duaların kabul olsun bu bayramda... Ramazan Bayramın mübarek olsun!

Benim ömrümde ırmaklar vardır sularında hayallerimi yüzdürdüğüm, benim ömrümde sevdiklerim vardır bayramlar ayrı geçince üzüldüğüm. Bayramınız mübarek olsun!

H  ep bir arada, sevgi dolu ve huzurlu nice bayramlar geçirmek dileğiyle, Ramazan Bayramınız kutlu olsun!

    Bir bayram gülüşü savur göklere, eski zamanlara gülücükler getirsin öyle içten samimi, gözyaşlarını bile tebessüme çevirsin. İyi Bayramlar.

  Sema kapılarının açık olduğu bugünde heybenizde tohum tohum dua menekşeleri saçmanız temennisiyle hayırlı bayramlar.

    Bin damla serilsin yüreğine, bin mutluluk dolsun gönlüne, bütün hayallerin gerçek olsun, duaların kabul olsun bu bayramda... Ramazan Bayramınız mübarek olsun!
Images

Kendinize güvenmenin 14 yolu

Eğer özgüveninizi yitirdiğinizi düşünüyor ve nedenini sorguluyorsanız, ya da kendinize güveninizi nasıl pekiştireceğinizi merak ediyorsanız bu tavsiyeleri uygulayın.
1. Önce bütün olumsuz tecrübeleri unutun. Durup dururken güveniniz yitirmeniz, basarisizlik duygusunu yasamaniz bundan olabilir. O yüzden ilk adim olarak gecmisteki bütün kötü deneyimleri yok edin. Beyninizden silin gitsin!
2. Kendinizle iletisiminiz cok önemli. ”Sen bunu yeneceksin” gibi cümleler kurmayin. Yani kendinize ic sesinizle “sen” diyorsaniz bu sorundur. İlk olarak kendinizle “iletisim”e gecip, “ben bunu yaparim” seklinde cümlelerle ise baslayin.
3. Erteleme olayina bir son verin. Bir seyi sonlandirmayip, yarim birakma, basarili olamama korkusuna dayanabilir. “Su an” yapacaginiz ne varsa “hemen simdi” yapin. Bir not edin bakalim, “yarim” biraktiginiz isler cok fazla mi? Onlari tamamlamak güven duygunuzu rehabilite edecektir. Cok basit seylerde bile bunu uygulayin. Sacinizi kestirmeyi ne zamandir erteliyor musunuz. Hemen gidin kestirin mesela..
4. Kesin olarak istediginiz seyin ne oldugunu düsünün. Tam olarak neyi, ne kadar, nerede ve nasil elde etmek istiyorsunuz? Bunu dakikalarca düsünüp, o cok istediginiz seye odaklanin. Adrenalinizin arttigini, istediginiz seye kavusmayi “düsünmenin” sizi pozitif bir ruh haline soktugunu göreceksiniz.
5. Kötü tecrübeleri beyninizin bilgisayarini cöp kutusuna atip, silmistiniz ya. Eh simdi, arkadaslarinizla beraberken biraz sikiliyorsunuz degil mi? Onlara hep ”dertlerinizden” söz ederdiniz hani! Canim, biraz düsünün, sizin hic basariniz olmadi mi gecmiste. Dost sohbetlerinde arada sirada bu basarilarinizdan da söz edin.. Anlatirken bunu nasil yaptiginizi yeniden hatirlayacaksiniz. Belki de bu yöntem, baska ulasmak istediginiz idealleriniz icin de ise yarar!
6. Çevrenizi iyi gözlemlediniz mi? Basarili ve mutlu insanlar genellikle “Çözüm”e odaklidir. Bu insanlar yüzde 20 problemlere, yüzde 80 cözümlere odaklanir. Bazi sorunlar aslinda sizin “büyüttügünüz” kadar degil. Siz ona “odaklandikca” o büyüyor, büyüyor ve cözülmez bir hale geliyor. Bu sorunlarda cikmaza girdiginizde bir “örnek” bulun. Yari sorunu cözmüs bir insan örnegi. O, nasil cözdü? Tamamen bu yönteme odaklayin kendinizi.
7. Enerjinizi cogaltin. Cünkü enerji bize sadece fiziksel güc olarak gerekli degildir. Duyu organlarimiz da enerji ile calisir. Bu enerji sesinize, bakisiniza, görünüsünüze etki eder. Spor yaptiginizda seretonin ve endorfin hormanlari artacak. Bu iletisimde cok önemli; Bakislariniz da bu hormonlarin etkisiyle karsi tarafa daha kolay “olumlu” mesajlar göndermenizi saglayacak. Kendinizi “iyi” hissetmek, güne gülümseyebilmek icin spor cok önemli. Unutmayin, egzersizden uzak kaldiginizda, adeta benzinsiz bir araba gibisiniz!
8. Telkin cok önemli. Her ne istiyorsaniz onu olmus gibi hayal edin: Alt bilinciniz sadece simdiki zamani bilir. O yüzden gelecek zamanli cümleler kurmayin. Örnegin, ”zayiflayacagim” derseniz asla zayiflayamazsiniz. Belirsiz bir gelecek yerine, “su anda yapiyorum” deyin.. Bu mesaji yolladiginizda, alt bilinciniz sizi o amac icin bazi tutumlara davet edecektir. Siz farkinda bile olmadan… Enerjiniz cogalacak, yavas yavas zayiflama istegi artacaktir.
9. Aman, renkler cok önemli. Giysilerde renk tonajlarina dikkat edin. Sectiginiz her renk sizi anlatiyor cünkü. Canli renkler mutluluk ve neseyi koyu renkler ise ciddiyeti temsil ediyor. Bu tarz olarak size en yakisani secin. Bu giysileriniz canli renklere sahipse güveninizin kendiliginden gelistigini göreceksiniz. (Tabii yerine göre.. Bir is toplantisina da piril piril renklerle gidilmez elbette.) Su acik ki, asil olarak “ten giysiniz”, yani solgun olmayan bir cilt, pariltili bakislar giysilerden daha da önemlidir. Olumlu düsündükce farkli bir ten renginin ve bakislarin sizde oturdugunu farkedeceksiniz.
10. “Evet” ve “hayir” lara dikkat. Hickimse size istemediginiz bir seyi yaptiramaz. Bazi insanlara da hayir demeyi ögrenin. Hoslanmadigıniz bir mekana sizi götürmek isteyen arkadasiniza karsi rahatlikla ” hayir” kelimesini kullanin. Birlikte keyif alacaginiz mekanlari sececek arkadasiniz mutlaka vardir. Sizi rahatsiz eden, olumsuz ruh halinizi cogaltan insanlarla iliskinizi de gözden gecirin. Sizi üzen bir insanla yola devam etmek sizden sürekli götürecektir.
11. Gelecegi “belirsiz” birakmayin. Planlayin. O gerceklestiginde neler hissedersiniz, sürekli bunu düsünün. Artik o ideale, o “plan”a nasil ulasacaginizi düsünün ve kendinizi orada hayal edin sik sik. Örnegin isyerinizde “sef” mi olmak istiyorsunuz? Sürekli bunu nasil gerceklestireceginizi düsünmenin ve bu anlamda somut olarak neler yapabileceginizin ötesinde, o görevi “hayal” edin. Kendiniz orada, bir toplantida iken hayal kurun örnegin. Hayaliniz güclendikce, tutumlariniz da degisecektir. Örnegin, o iste sef olmak icin önce dil mi bilmeniz gerekiyor. Farkinda olmadan ayaklariniz sizi bir bir hafta sonu kursuna dogru götürecektir.
12. Gelecegi planlamak kendinize güveni, kendinize güvenmek de size bazi “formüller” de getirecektir. Örnegin zayiflamak istiyorsunuz ama neden sismanladiginizin “formülü”nü dikkate almiyorsunuz. İste olumlu bir sekilde basariya odakladiginizda beyniniz, size “neden sismanladiginiz”i da animsatacak. Ve sizi kilo almaya götüren nedenleri de hayatinizdan kaldirmak üzere planlar yapiyor olarak bulacaksiniz kendinizi..
13. Bir de, “olumlu” anlam iceren kelimelere dikkat edin. Olumsuz olarak beyninize yerlestirdiginiz cümleler size baski yapar. Orada “beslenir” ve daha güclü olarak geri dönebilir”. Bir örnek vermek gerekirse, “asla televizyon seyretmiyorum” demeyin. Beyniniz sizi daha istekli olarak TV seyretmeye zorlar. İnsanlarin “kötülükleriyle” ugrastiginizda da ters tepki verir. Kötü bir kelimeyi kullandiginizda ona yüklediginiz anlami bilincinize cagirirsiniz! Bu kelimeyi cok sik hatirlamaya baslarsiniz. Hatta yillar sonra o eylemin icinde bile görebilirsiniz kendinizi. O nedenle “olumsuz” herhangi bir kelimeyi (Her ne olursa olsun) beyinize yerlestirmemeye özen gösterin.
14. Hayatinizi yönlendirin. Ne eksikse yasaminizda ona kanalize olun. Sevgi mi yok, sevgi birlikteligine kanalize olun. O boslugu bir sevgili dolduracaksa, yani ona gereksinimiz varsa bunu planlayin. Bir takim duygusal bosluklarin yerini baska seylerle kapatmayin. Zaten olumluya ve basariya kanalize olmus bir ruh hali, baska arayislariniza cözüm bulmak üzere de konumlanacaktir. Basari ve sevgiyle birlikte donanmis benliginiz, size enerjiyi ve mutlulugu da cagiracaktir.


   Kendinize güveninizi kaybederseniz hayatı ıskalamaya başlamış demeksiniz. ne olursa olsun kendinizi sevin ve kendinize güvenin. Eğer siz kendiniz sevmezseniz yada kendinizie güvenmezseniz başkası niçin sizi sevsin yada size güvensin.

    Şartlar ne olursa olsun gülümsemeyi bırakmayın. 
 Lütfen Gülümseyin. Hayatın amacı deneyimlemek ve keyif almaktır.
Images

Sorunlarınızı Sorularınızla Çözün

ÇÖZÜM DENKLEMİ
SORU(N)=SORU 
 Yukarıdaki deklemle birçok sorununuzu çöze bileceğinizi söylesem ne dersiniz? Çaresiz değilsiniz.çare SİZsiniz. Sorunlar içerisinde çözümleri de barındırır.Doğru sorularla sağlıklı ,cözümsel bir bakış açısına sahip olabiliriz. Bir sorun karşısında ,her şeyden önce kişisel sorumluluğumuzu farketmeliyiz. "Benim suçum değil" ,"Benim sorunum değil" ,“Benim sorumluluğumda değil.” ,“ Bu hatayı kim yaptı?" "kim suçlu''?... Genellikle hayal kırıklığına uğradığımızda veya bir mücadele içinde olduğumuzda ilk olarak olumsuz ve savunmacı bir tepki veririz.Bu cümleler masum gibi gözükse de, kişisel sorumluluk eksikliğini göstermektedirler. kişisel sorumluluğumuzu reddetmek suçlu aramak şu ana kadar gördüğümüz fikirlerin en verimsizi ve yaygın olanıdır. Ayrıca, yaşamda karşılaştığımız birçok problemin de kaynağıdırlar.suçlu aramaktan vazgeçip kişisel sorumluluklarımızı uygulamaya başlarsak potansiyelimize ulaşma şansımızı arttırırız.Sizinle başarı arasında sizin kontrolünüzde olmadan duran kişi veya durum nedir? Düşüncelerimizi tersine çevirip kendimize sorumlu sorular sormak, kendimizi ve kurumlarımızı geliştirmek için en güçlü ve etkili yollardan biridir. “Fark yaratmak için ne yapabilirim?"  ,“Ne yapmalıyım?” ,“Nasıl yapmalıyım?”... daha iyilerini yapabilme özgürlüğü iyi bir başlangıçtır. Bazen  hiçbir seçeneğimiz olmadığını düşünürüz,  Fakat her zaman bir seçeneğimiz vardır.  “seçmeme kararı” bile bir seçenektir. Bunun farkında olmak ve seçimlerimizin sorumluluğunu almak, hayatımızda olmasını istediğimiz büyük olayların gerçekleşmesi için önemli bir adımdır.""Biz sadece kendimizi değiştirebiliriz." Karşımızdakini değiştirmek güçtür ve gerçekçi değildir. Bu nedenle kendimize "Diğerleri benim dediğimi ne zaman yapacaklar?" yerine "Ben kendi isteklerimi ne zaman gerçekleştireceğim?" sorusunu soralım.Düşüncelerini disiplin altına al. Daha iyi sorular sorarak ne yapacağına karar ver harekete geç. Bu kişisel sorumluluğun gerçek uygulanışıdır.Sorularımızın kalitesi cevaplarımızın kalitesini belirler.Soruya "Ne" ve "Nasıl" ile başlayalım.
"Neden", "Ne zaman" veya "Kim" bizi çoğu zaman çıkmaza sürükler.Sorumuz "Ben" sözcüğünü içersin.  "Onlar", "biz" veya "sen"i değil. Eyleme odaklanalım."Ne yapabilirim?" işte bu önerge  "Ne" ile başlıyor, içinde "ben" var ve bir harekete odaklanmakta."Neden diğerleri daha çok çalışmıyor?"
"Bu neden benim başıma geliyor?"
"Neden işimi yapmamı bu kadar zorlaştırıyorlar?"
Yüksek sesle söyleyin. Bu sorular sizi nasıl hissettiriyor?
"Neden ben?" tipinde sorular "Ben çevrenin ve etrafımdaki insanların bir kurbanıyım" demektedir. Verimli bir düşünce olmamasına karşılık sürekli bu soruyu sorarız.
Bu sorular yerine şunları sorsaydık neler olabileceği hakkında düşünün:
"Bugün işimi daha iyi nasıl yapabilirim?"
"Durumun daha iyiye gitmesi için ben ne yapabilirim?"
"Diğerlerine nasıl destek olabilirim?"Sürekli yeni kaynaklar edinmekten öte, elinizdeki kaynakları değerlendirmek için çözüm yolları arayın. Kendinize yönelttiğiniz soru “Ne zaman yeni bir şeyler duyacağız?” değil “Daha önce duyduklarımı nasıl uygularım?" olmalıdır.Neye sahip olmadığımızı düşünmek zaman ve enerji kaybıdır. Fark yaratmak istiyorsak, enerjimizi çerçevenin içindekilere odaklayalım: "Elimdeki kaynaklarla nasıl başarabilirim?"
Ne yapabileceğini, başarabileceğini ya da yaratabileceğini sorarsan, yeni şeyler üretebilirsin. Bu kadar basit. Ancak harekete geçerek bir şeyi başarabilirsin.
Yanlış ve Doğru Sorular
 Hepimiz hayatta birçok rol oynarız ve bu rollerin her birinin kendine özgü zorlukları ve sinir bozucu özellikleri vardır.Rolümüz ne olursa olsun, birileri bizi izleyip davranışlarımızı taklit etmeye çalışır. Model olmak en güçlü öğretmenliktir. Bu nedenle davranışlarında sahip olduğun rollerin sorumluluğunu da hesaba katmalısın.
Aşağıda belli rollere göre, doğru ve yanlış soru örnekleri karşılaştırılmıştır.
Y:
"Ne zaman çocuğum beni dinlemeye başlayacak?"
"Neden kızım o çocuklarla takılıyor?"
"Ne zaman oğlum bana açılacak?"
D:
"Onu daha iyi nasıl tanıyabilirim?"
"Ebeveynlik becerilerimi nasıl geliştirebilirim?"
"Bu zor yıllan aşmasında ona nasıl yardımcı olabilirim?"
Y:
"Neden arkadaşlarımı sevmiyorlar?"
"Ne zaman anne babam beni anlayacak?"
D:
"Daha iyi iletişim kurmak için ne yapabilirini?''
''Anne baba olarak nasıl düşünüyorlardır?''
Y:
"Neden o eski hikâyeyi tekrarlamaktan vazgeçmiyor?"
"Beni ne zaman takdir edecek?"
"Neden her şeyi ben yapmak zorundayım?"
D:
"Bugün kendimi nasıl geliştirebilirim?"
"Ona yardımcı olmak için ne yapabilirim?"
"Nasıl sınırlarımı daha iyi tespit edip "hayır" diyebilirim?"

                                                                             II
SORULARLA DÜŞÜNME
Sorulara hayatımızdaki düşündürücü öğretici kısıtlayıcı,yargılayıcı taraflarındanda bakıp ele almalıyız.....Sorular bizim problemimizi çözmekle birlikte düşüncemizde de farklı, öğretici açılımlar yaratır.Çoğu zaman sorduğumuz soruların güç bela bilincindeyiz. Oysa sorular yaşamamızın hemen her anında düşünce sürecimizin parçasıdır.Sorular sonuçlara götürür. Sorular davranışlarımızı ve olası sonuçları programlar.Soruların bir kısmı öğretici bir kısmı yargılayıcıdır. Çoğu zaman öğretici ve yargılayıcı yollar arasında ileri geri gidip geliyoruz. Yaptığımız seçimin bizim kontrolümüzde olduğunun güç bela farkına varsak da her an bir seçeneğimiz var. Gerçek seçim kendi düşüncemizi gözlemleyebildiğimizde başlar. Kendi düşüncemizi yönetemezsek başka bir şeyi yönetemeyiz.Başımıza gelecekleri her zaman seçemesek de, başımıza gelenlerle ne yapacağımızı seçebiliriz.Olumsuz içsel sorular, farkında olmadan bizi olumsuz etkilemekte.
İyi ya da kötü, yanlış ya da doğru yoktur. Yanlıca olanlar vardır. Ve olanlarla ne yaptığın. Seçeneğin devreye girdiği nokta burası. Sorularla düşünmenin özü budur. Soruları değiştir, düşüncen değişsin.Gergin, üzgün, engellenmiş hissediyorsan ve kendine yargılayıcı konumda mıyım diye sorduğunda cevap evetse, “Olmak istediğim yer burası mı?”diye sor. “Başka ne şekilde düşünebilirim?”, “Neye ihtiyacım var?” gibi öğretici sorular size daha yararlı olabilir.
Bir tartışma sırasında iki kişi de yargılayıcı olduğunda, ilk uyanan avantajlıdır. Bu kişinin öğreticiye geçmesiyle, kişi sürücü koltuğuna oturup durumu her ikisi için de tersine çevirebilir.
Kendi kendimize sorduğumuz bilinçli ya da bilinçsiz sorular, en kötü düşmanımız veya en büyük yardımcımız olabilir. İki farklı soru grubunun bizi nasıl etkilediğine bakalım. Kasların duruşuna ve nefesin ve bedenin değişik bölgelerinde neler tecrübe ettiğimize dikkat edelim.
Yargılayıcı
*Yanlış nerede?
*Kimi suçlayabilirim?
*Haklı olduğumu nasıl kanıtlayabilirim?
*Kendi sahamı nasıl koruyabilirim?
*Kontrolü nasıl elimde tutabilirim?
*Nasıl olur da kaybedebilirim?
*Nasıl olur da zarar görürüm?
*Bu insan neden bu kadar aptal ve sinir bozucu? 
*Neden canımı sıkıyor?
<="">
Öğrenici sorular
*Ben ne istiyorum?
*Seçeneklerim neler?
*Ne tür varsayımlarda bulunuyorum?
*Sorumluluklarım neler?
*Bu konuda başka nasıl düşünebilirim?
*Diğer insan ne düşünüyor?
*Neyi kaçırıyorum ya da sakınıyorum?
*Bu kişiden ya da durumdan…Bu hatadan ya da başarısızlıktan…Bu başarıdan… ne öğrenebilirim?
*Hangi soruları sormalıyım? (kendime ya da başkalarına)
*En çok anlam ifade eden eylem basamakları hangileri?
*Bunu nasıl bir kazan-kazan ilişkisine dönüştürebilirim?
*Mümkün olan ne?
Hepimiz her iki türlü sorular sorarız. Hangi soruları soracağımızı seçme gücüne sahibiz. Kendi tepkilerini karşındakinin davranışlarından ayırabilirsin. Karşımızdakinin davranışlarına göre tepki verdiğimizde, özgür düşünce ve davranışlarımız olmayabilir. Güç kaybedip, ipleri başkalarının elinde bir kukla gibi olma ihtimalimiz var.
Karşımızdakinin yaptığıyla, onun yaptığına karşılık, yapmayı seçtiğimiz şey arasındaki farkı fark etmeliyiz.
Bir tartışmayı kazanmak mı yoksa güzel bir gece geçirmek mi istiyorum?Sorunları yargılayıcı sorularla  çözmek zordur. Kişiyi felç edebilir. çaresiz ,çözümzüz hissetmesine neden olur.Öğretici sorular zihni açar seçenekler yaratmakta ve durumu iyileştirmekte özgürkılar.
Öğrenici/Yargılayıcı Kafa Yapıları
 Yargılayıcı
 *Yargısaldır(kendine ve başkalarına karşı)
 *Tepkisel ve otomatiktir
 * Her şeyi bilir
* İnatçı ve katıdır
* Ya bu/ya da şu diye düşünür
* Kendi haklılığından emindir
* Meraklıdır 
*Değişiklikten korkar
* Yalnızca kişisel bakış açısına sahiptir
* Varsayımları savunur  
* Olasılıklar sınırlı görülür   
* Temel ruh hali koruyucudur
 Öğrenici
*Kabullenicidir(kendine ve başkalarına karşı)
* Uyumlu ve düşüncelidir
* Bilmemeye değer verir
*Esnek ve intibak eder
 * Her ikisi de/ve diye düşünür
* Değişikliğe değer verir
* Başkalarının bakış açısını değerlendirir 
* Varsayımları sorgular
* Olasılıklar sınırsız görülür
* Temel ruh hali meraklıdır

Hepimiz her iki kafa yapısına ve herhangi bir anda hangisini kullanacağımızı seçme gücüne sahibiz.
Öğrenici/Yargılayıcı İlişki Yapıları
Yargılayıcı        
*Kazan-kaybet ilişkisi
* Başkalarından ayrı hisseder
* Farklılıklardan korkar
* Tartışır  
* Kusur bulur
* Geri besleme ret olarak algılanır  
*Saldırır ya da savunur 
Öğrenici
* Kazan-kazan ilişkisi
* Başkalarıyla arasında bağ hisseder 
* Farklılıklara değer verir
* Konuşur
* Eleştirir
* Geri besleme değerli olarak algılanır 
* Çözer ve yaratır

Hepimiz ilişkilerimizi her iki kafa yapısını da kullanarak kuruyoruz ve herhangi bir anda nasıl ilişki kuracığımızı seçme gücüne sahibiz.Dünya sonsuz olanaklarla dolu olsa da yargılayıcı gözlerle baktığında ya da yargılayıcı kulaklarla duyduğunda kullanımın sınırlı kalır.
Yargılayıcıda olabileceğini sezdiğin anda, dur, derin bir nefes al ve kendine sor: “Yargılayıcı yolunda mıyım?” Cevabın evetse, şunun gibi basit sorular sorarak Değişim Hattına geçebilirsin: “Bu konuda daha başka nasıl düşünebilirim ve nerde olmak isterdim?”
Bu şekilde Öğrenici yolda ilerleyebilirsin.(Farkındalık-Nefes-Merak-Seçim Yöntemi)Öğrenici ve yargılayıcı yolları arasında ikilem yaşadığında F-N-M-S Yöntemi sana yol gösterebilir.
Farkındalık
 Yargılayıcı yolda mıyım?
Nefes
 Geri çekilip, durarak bu duruma daha tarafsız bakmaya ihtiyacım var mı?
Merak
 Bütün gerçekleri biliyor muyum? Burada neler oluyor?
Seçim
 Seçimim ne?
SONUÇ...
Yargılayıcıyı fark et, öğreniciyi uygula. Bu sloganı beynine kazı. Şu şekilde düşün:
Hiçbir zaman saf öğrenici olmayacaksın, ama dikkatini nereye çevireceğin konusunda seçim yapmayı öğrenebilirsin.
Ne zaman dikkatini yargılayıcıya verecek olsan, başka şeylere enerjin kalmaz. Bu durumun, etrafındaki insanları nasıl etkileyeceğini gözünde canlandırabilirsin.
 ***İyi sonuçlar, iyi sorularla başlar.***

DEĞİŞİM İÇİN 12 TEMEL SORU:
1.  Ben ne istiyorum?
2.  Seçeneklerim neler?
3.  Ne tür varsayımlarda bulunuyorum?
4.  Sorumluluklarım neler?
5.  Bu konuda başka nasıl düşünebilirim?
6.  Diğer insan ne düşünüyor?
7.  Neyi kaçırıyorum ya da sakınıyorum.
8.  Bu kişiden ya da durumdan…
     Bu hatadan ya da başarısızlıktan…
     Bu başarıdan…
     ne öğrenebilirim?
9.  Hangi soruları sormalıyım? (kendime ya da başkalarına)
10. En çok anlam ifade eden eylem basamakları hangileri?
11. Bunu nasıl bir kazan-kazan ilişkisine dönüştürebilirim?
12. Mümkün olan ne?
 Sorularla düşünme sistemini nasıl kullanılacağı bir kere anlaşıldığında bütün parçalar yerine oturur. Bu yeni araçlar ve yöntemler kişiyi daha etkili, üretken ve başarılı kılar. Sonunda, tereddütlerin ötesinde büyük bir sıçrama yapabilirsinHer şeyi sorgulayın. Haklı olduğunu kanıtlamaya çalışman karşındakiler tarafından nasıl karşılanıyor?Kendi düşüncelerinin,duygularının,ve onların neden olduğu davranışlarının  sorumluluğunu üstlenmeye istekli misiniz?
Ne kadar gönülsüz olursa olsun, kendini affetmek hatta kendine kahkahalarla gülmek istiyor musun?
Deneyimlerinin, özellikle en zor olanların taşıdığı değeri araştıracak mısın?
Yaşadıklarından ders çıkartmaya ve buna bağlı değişiklikler yapmaya istekli misin?
Nur Meriç


Kitabımı edinerek kendinize ve bana katkıda 

bulunmak ister misiniz?












KONTROL SENDE

Çekim Yasası Ve Bilinçaltı Dönüşüm Teknikleri Kitabı




      

Images

Her başarının altında disiplin vardır.

“Okuldan benim ‘yazıhane’m aşağı yukarı 15 dakika… İstanbul’un en güzel bölgesinden, Beyoğlu’nun arka sokaklarından, Ceneviz havasının Levanten rüzgarlara karıştığı eski Rum apartmanlarının arasından, Ermeni kalfaların yaptığı binaların önünden geçerek, o gün yapacaklarımı planlayarak ve erken kalktığım için kendimden memnun olarak, sabahın sessizliğini, şehrin ilk kokularını, daha ısıtmayan güneşi hissederek, sokağı ezbere bilen ayaklarım, beni yoluna alışmış bir ada eşeği gibi yazıhaneme getirir. (Ada eşeği gibiyim)
Romanıma sabahlar hakim oldu
“Eskiden geceleri çalıştığım için şehrin karanlığını, gecesini bilirdim. Kimi zaman gece yazının başından kalkardım, Nişantaşı’nda, gece de açık olan sandviççilerden bir şeyler alırdım. Gece yarıları şehrin sokaklarına çıkan orospuları, arabaları, ne olduğu belirsiz, bağıra çağıra geçen çöp ve polis araçlarını, gece yarısı piyasaya çıkan köpek çetelerini tanırdım.
İstanbul’un gece sessizlikleri, neon lambalarının ancak gece fark edilen çıtırtısı, bir yerde bir kedinin devirdiği bir kutu, tek tük çöpleri karıştıran ve gündüzleri asla göremeyeceğiniz garibanlar… Bunlar romanlarımda çok yer almıştır. Sebebi benim de geceleri 4′lere kadar oturmam ve kimi zaman o saatte, yazıhanemden çıkıp eve dönmemdi. Fakat kızım doğunca İstanbul’un bu gece hayatı kapandı. Romanlarıma daha çok sabahlar hakim olmaya başladı; ‘tek tük geçen arabalar ve eski otobüsler, poğaçacıya eşlik eden salepçinin kaldırıma konup kalkan güğümleri ve dolmuş durağının değnekçisinin düdüğü’ vs.”
Yazıhaneme girer girmez…
“Yaptığım ilk iş kahvenin başına koşmaktır. Sabahları fazla gazete okumam. Şöyle bir bakarım o kadar… Öyle gerinip yatakta vakit geçirmekten hiç hoşlanmam. Baskına uğramış asker gibi, kedi gibi kalkarım ve 8 dakikada kahvaltı sofrasında olmayı tercih ederim. 16 dakikada da evden çıkarım. Gazete okumam. Çünkü bu tempomu böler. Ülkesinin dertleriyle ilgilenen roman yazarının maneviyatını, moralini bozar gazete… Güne kötü başlamasına neden olur.”
Yüzlerce kuralın olmalı
“Terbiye edilmiş bir makine gibi yazının başına geçerim. Bazı törencikler, bazı kurallar, ezberlenmiş alışkanlıklar beni disipline eder. Okurlarım hep ‘Nasıl iyi yazılır?’ diye sorarlar. Benim buna cevabım şudur:
Yazarlık çok disiplinli bir iştir. Yüzlerce kuralınız olacak. Bunlar sizi çalışmaya itecek. Geleceksin. Kahveni yapacaksın. Ve küçük törencikler başlayacak.
Neler onlar? Masa üzerinde kahven, küçük kağıtların, yapılması gereken işlerin olur. Telefonu kaparsın, kendi kendine volta atarsın. Masanda oturursun. Seni çalışmaya zorlayacak şeyleri yaptıkça mutlu olursun. Onların mutluluk olduğuna inanırsın. Bu bağlamda disiplin ya da kurallar dışardan bakıldığında saçma gibi görünür ama aslında o törenlerden çok, o törenlere boyun eğmek önemlidir. Yazarlıkta da benim dışarıdan saçma gözükebilecek törenlerim, alışkanlıklarım aslında beni bütün gün, sayfaya boyun eğmeye, yazıya hürmete sevk eder.”
Kendimi döve döve yazar yaptım
“Bir anlamda kendimi kurallarla döve döve, kendimi ite ite, terbiye ede ede yazar yapmışımdır. Böyle yazar olunur.Yazarlığı gösterişli jestler, büyük dramatik hayatlar sanıyorsanız, bundan bir an önce caymanız lazım. Küçük bir odada, kendi kendinize, küçük alışkanlıklarınızla iğne ile kuyu kazarak ve aslında bütün gün bir sayfaya bakarak ve bunu yapmayı severek, hayal gücünüzü işleterek yaşamayı göze alabiliyorsanız, yazarlık serüvenine girişebilirsiniz.”
Takılınca volta atmaya başlarım
“Yaptığım ilk iş, Hemingway’in öğüdüyle, önceki gün yazdıklarımı okumaktır. Bu beni hem romanımın havasına sokar hem de yazdıklarımı yeniden değerlendirme şansı verir. İyi mi, kötü mü olduğuna hemen karar veririm: Gaddar bir günümdeysem hemen cart curt yırtar atarım. Bu yüzden de telli dosyalara yazarım.
Elimi korkak alıştırmamışımdır. Yırtmak en büyük eleştiridir. Eleştirmenler bizim kitaplarımız çıktığı vakit, kenarından, köşesinden en fazla ‘kemirebilirler’ ama biz yazarlar, onlar bizi öldürmesin diye daha başta cart diye yırtarız. Yazarlığın temel sırlarından biri yırtıp atmak, biraz daha iyi bir sayfaysa silip değiştirmektir.”
Güzel cümleyi yarına sakla
“Bütün mesele odur işte… İlk cümleye başlayabilmek… O güne iyi başlamak, o günün ilk cümlesini bir an evvel yazabilmek… Yine üstadımız Hemingway’in çok güzel bir öğüdü vardır bu konuda:’Akşam gün biterken yazılacak iyi bir cümleniz varsa onu yazmayın. Onu ertesi sabaha bırakın ki, sabah hemen yazmaya başlayabilesiniz’ der. Buna uymuşumdur. Yani ‘Ahmet kapıyı açtı, elinde tabancası vardı. Korkuyordu’ cümlesi hazırsa onu yazmam, ertesi sabaha bırakırım. Sabah da, önceki gün yazdıklarımı okuyup hemen o cümleyi oraya oturturum.
Çok yazdım, kesin kötü oldu
Bu cümleyi yazdıktan sonra genellikle ikincisi, üçüncüsü gelir. Sanki cümleler size kendilerini sunarlar. Olaylar ‘Ben de olmak istiyorum, ben de olmak istiyorum’ diye bağırırlar; cümleler ‘Ben de gözükeyim’ diye yalvarırlar. O sahneleri, o karakterleri aslında aylarca, yıllarca düşünmüşsünüzdür ama onların cümleye geçmesi sanki var olmaları anlamı taşır.
Genellikle beş-altı cümle yazdıktan sonra takılırım. Çünkü o bana çok gelir. Çok yazdığıma göre mutlaka bir yerde gevşeklik yapmışımdır. Kötü bir şey yazmışımdır. ‘Dur şunu yeniden okuyayım’ derim. Okurum. Mutluluktan ve bu gerginlikten ayağa kalkar, yürümeye başlarım. Bütün gün yaptığım asıl iş budur işte.
Volta atarım. Ben hapiste yatmadım ama Türk edebiyatından ve filmlerden volta atmayı bilirim. Birçok Türk yazar hapislerden yetiştiği için volta atarak çalışmıştır. Benim günümün çoğu da sayfa üzerine bir şeyler yazmakla değil, volta atmakla, yani evin içinde disiplinli bir şekilde bir yerden bir yere hızlı hızlı gidip gelmekle geçer. Bir koridor voltam vardır, uzun. Bir de salon voltam vardır, daha kısa… Karıştıra karıştıra günü doldururum.
Volta atarken romanıma bundan sonra girecek isimleri düşünürüm, onların etrafında yürüdüğümü düşünürüm. Cümleyi içimde hissetmişimdir. Onu yazmak için büyük bir istek duyarım.”
Birden dökülüverirler
“Ruhum harekete geçemiyorsa, kendini çok engellenmiş ve kötü hisseder. Ezilir sanki. O zaman hiç olmazsa vücudum hareket etmek ister ve yürümeye başlarız. Yürürüm… Yürürüm… Cümlenin etrafında da döndüğümü, sağını solunu kurduğumu düşünürüm. En sonunda o cümle bana gelir ve onu yazarım. Yalnız o cümleyi değil; ağacı sallayınca bir armut yerine beş-altı armut dökülmesi gibi, beş-altı cümle birden dökülür. Onları toplarım. Memnunumdur, yorgunumdur. Tekrar volta…
Matematik problemi çözen bir lise öğrencisi gibi bir buzdolabını karıştırırım, bir yazı okurum. Kafam dinlenir. Sonra kafamın orduları tekrar toparlanmaya başlar. Tekrar bir ağaç sallanır. Tekrar volta… Zaman böyle geçer. Yazma sürem kısıtlıdır. Vaktimin çoğu onun etrafında orduları toplamak ve düşünmekle geçer.”
Baba, kitabın çıkmış, gördüm
“Artık ne yazık ki eskisi kadar heyecanlanmıyorum. Eskiden mesela ‘Cevdet Bey ve Oğulları’nı ilk defa vitrinde gördüğümde ne kapağını biliyordum ne de nasıl dizildiğini…
Şimdi ise itiraf edeyim, her şeye karışıyorum. Ukalalığımla kapağa da içeriğine de karışıyorum. O yüzden de kitabı elime aldığımda hiç şaşırmıyorum.
Bu sefer hayret eden kızım oldu. ‘Benim Adım Kırmızı’yı kızıma ithaf etmiş, kahramanına da onun adını vermiştim. Bir gün bir kitapçıda el yazısı ile ‘Orhan Pamuk’un yeni romanı çıktı’ yazısını görmüş. Telaşla bana telefon etti. ‘Baba kitabın çıkmış, gördüm’ dedi. Sevinerek zıplamaya başlamış. Artık yeni kitap heyecanımı kızıma devrettim.”
Mutlaka kahvem ve mide ilacım
“Benim Adım Kırmızı’yı bitirirken bir ara çok yoruldum. Öyle dönemlerde hatalarımız, küçük kusurlarımız bize dünyanın en büyük felaketleri olarak görünür. Bunlara tahammül edemeyeceğimi, rezil olacağımı ve herkesin ‘Gördün mü, neler saçmalamış’ diye bana bakacağını düşündüğüm bir dönemimdeydim. Romanın son düzeltmeleri üzerinde çok çalışmıştım. Kendime bir eğlence aradım. Onun ne olduğunu biliyordum.
Bir arkadaşla Steven Spielberg’in ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ filmine gittim. Sinema ağzına kadar doluydu, ön sıraya oturdum. Neredeyse perde beni kuşattı. Dolby sinema sarsıldı, müzik bütün vücuduma sızıp dolaştı. Ben filmin içindeydim sanki, o savaşın, o korkunç dehşetin içindeydim. Ve dehşet de çok güzeldi. Kendimi unutmuştum. Filmi seyrederken o kadar mutlu oldum ki sonunda bu, bir mutsuzluğa dönüştü. Çünkü o anda sinemanın romandan daha üstün bir sanat olduğunu düşündüm. Çünkü sinema en yorgun, en yıkık anımızda bile bizi içine alabiliyor. Bizi teselli edebiliyor. Bize dünyayı unutturabiliyor.”
İlaç, sigara ve kahve
“Masamdaki mide ilaçları yazarlığımın küçük törenlerinden biridir. Yazarken ara sıra ağzıma bir tane mide ilacı atarım. Cümle istediğim gibi olmamışsa midemde asit salgılaması artar çünkü… Bir hap belki midemin işine yaramaz ama kafama yarar.
Yıllarca sigara içtim, gittikçe de çok içiyordum. Bir elimde sigara, bir elimde dolmakalem vardı. Ve bundan korkmaya başladım. Ölüme dört nala gittiğimi fark edip sigarayı irade ile bıraktım. Ama kahve içmeye devam ediyorum. O da bir küçük törenciktir. Masamdan kalkarım, kahveyi bastırırım. ‘Kara Kitap’ta da yazdığım gibi, sabırsız adamın anlamsızca buzdolabını karıştırması, sanki birisi yeni bir şey koymuş gibi, boş boş içine bakması, tekrar yürümesi, tekrar kahve makinesi, bütün bunlar yazarın vazgeçilmez alışkanlıkları, günlük törenleridir.”
Bütün dünya ‘Yaz artık’ diye bağırır
“Geçen yaz ıssız bir adadaydım ve günde 12 saat çalışıyordum. Çok da memnundum. Adaya çekildiğim zaman romanımdan başka bir şey düşünmem. Kimse beni aramaz. Beni görmez. Telefonları başkası açar. Dünyadan kopmuşumdur. Ama o zaman insan kafası, ruhu bir lokomotif şeklini alır; hızla yeni fikirler üreterek, fikirleri birbirine katlayarak, zincirleri birbirine birleştirerek durmaksızın düşünür. Yazacağım şeyler, ben olurum; kitap sanki bana dönüşür. Düşüncelerle birleşirim.
Sabah kalkar duşa girerim, her yerime su değil, romanın düşünceleri akar, denize girerim, sırt üstü yatar düşünürüm. Sanki deniz, romanımın bir parçası olmuştur. O zaman verimliliğim olağanüstü artar.
Gece 9.30′da yatıp, sabah 3.30′da kalkıyordum bir dönem… Sabah 10′a kadar yalnızca kahve içerek ve olağanüstü yazıyordum. Böyle sessiz bir ortamda sanki bütün dünya sana ‘Yaz artık. Yaz’ diye bağırır, ‘Görüyorsun. Bir zamanlar zor zannettiğin şey ne kadar kolay’ der. Doğa da hayat da basittir. Her şey yalandır, her şey senin yazmam içindir ve siz yazmaya devam edersiniz.”
Telefonun fişini çekerim
“Genellikle cevap vermem. Fişini çekerim. İsteyen bana faksla ulaşır. Bir zamanlar telesekreter kullanıyordum. Ama o da bana Gabriel Garcia Marquez’in ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ta bahsettiği oturağı hatırlatıyor. Orada çok kalabalık bir ailenin tek bir helası vardır. Herkes sabah helaya gitmek için kuyruk olur. Bunu da herkese oturak vermekle çözerler. ‘Ama oturak da sorunu çözmedi, sadece erteledi’ der Marquez; ‘Çünkü akşam bu kez de oturağı boşaltma kuyruğu oluyordu.’
Telesekreter de öyledir. Cevap makinesine not bırakanları geri ararsınız, çoğunlukla bir seferde bulamazsınız. ‘Kusura bakma seni arayamıyorum, benimle konuşmak istemişsin ama aslında konuşacak bir şey yok’ demek için peşinden koşarsınız. Bu, sorunu çözmez. Yalnızca erteler ve büyütür. Onun için telesekreter de kullanmıyorum.”
Kalemin boş kartuşlarını saklarım
“Kartuşlu dolma kalem kullanıyorum. Boş kartuşları da saklıyorum, tıpkı bir avcının boş kovanları saklaması gibi… Çünkü kartuşu boşaltmak, bana çok yazdığımı, yol aldığımı gösterir. Yazım, düzeltile düzeltile biraz arapsaçına döner. O haliyle yayınevine yollarım. Şimdi daha ‘ünlü’ bir yazar olduğum için yayınevindeki arkadaşlar sağolsunlar nazımı çekiyorlar. O el yazısı sayfaları İletişim Yayınları’nın Avrupa şampiyonu dizgicisi Hüsnü Abbas dizer. En okunmaz yazımı okur ve çok büyük süratle yazar. Bazen ben yazmasam bile onun romanı iyi yazdığını hayal ederim.”
Bir roman nasıl başlar?
“Bir roman bir düşünceyle başlar. Derim ki kendi kendime, ‘Resimle ilgili, nakkaşlarla ilgili bir roman yazayım’. Bu, genel düşüncedir. Ama bir de bunun tomurcuğu mu desem, bir sahnesi, bir anı, bir durumu, bir kahramanı, hayata bağlı bir yanı vardır. Bu ikisi birbirine denk düşmeyebilir. Ama ne zaman ki bu fikirle gelen bir kahramanı merdivenlerden inerken görürsünüz ya da bugün söylediğiniz bir cümle o zamana cuk oturur, ne zaman bir ayrıntıyı içinizde hissedersiniz, roman işte asıl orada başlar ve onu yazmaya koyulursunuz.
Romanın bir de bilgi edinme süreci vardır. Mesela ‘Benim Adım Kırmızı’ için ben ta 1990′da kütüphaneye girmişim. Defterimin ilk sayfasında şu not var:
’1 Haziran 1990… İran ve Türk minyatür sanatı üzerine bazı kitaplar istedim. Kitapları kütüphane memuru raflardan bulup getirmeye gitti.’
Masada beklerken kendi kendime bu notu almışım. O gün kitapları okumaya başladım ve roman tam dokuz yılda çıktı.”
Çalışırken eve müzik girmez
“Müzikle, aşk ve nefret ilişkim var. Müzik benim için bir teselli aracı… Diyelim ki hayatta yenilmişimdir, kederliyimdir, işler istediğim gibi gitmemiştir; o zaman müziği açarım. Müzik beni defterlerimden uzaklaştırır. Teselli eder. Son derece tutucu ve yararcı bir müzik anlayışım vardır. Bana ilham verip coşturmaz. Verse bile verdiği ilham, asla yazıya dönüşmez. Onun için müziği olduğunca hayatımdan uzak tutuyorum. Çünkü yazım için gereksindiğim şey, teselli değildir; biraz saldırgan, muzır, girişken bir ruh halidir; kimsenin girmeye cesaret edemediği bir toprağa girip orayı ele geçirme durumudur. Böylesine muzır, girişken, saldırgan, yırtıcı, haksızlık etmeyi göze alabilen, adil olmaktan çok, atak olan, başkalarının canını yakabilen bir ruhun, müziğe ihtiyacı yoktur. Bilakis benim yazdıklarımı okuyacak olanların müziğe ihtiyacı olabilir diye düşünürüm. Ben müzik dinlersem başkalarında bu isteği uyandıramam.”
Günde bir sayfa
“20 senedir yazıyorum. Yazdığım sayfa sayısını topladım, böldüm, çarptım. Hesabıma göre senede 300 güne yakın çalışıyorum ve 170-180 sayfa yazıyorum. Demek ki ben aslında günde 0,75 sayfa yazıyorum. Bir sayfa yazamıyorum ama bütün günüm burada geçiyor. Tabii bazen şöyle oluyor: 15 gün uğraşıp 10 sayfa yazıyorsunuz, sonra hepsini çöpe atıyorsunuz.”
Romanı bitirmek, liseyi bitirmek gibi
“O gün, lise bittiği gün ne olursa o olur. Birdenbire önünüzde dünyanın sınırsızlığı açılır; hem mekan hem zaman olarak… Yapılacak şeyler birikmiştir. ‘Bitirince yapacağım’ diye ertelediklerinizle bir baş dönmesi yaşarsınız. Hayat olağanüstü güzeldir. Herkes niçin gülümsemiyor diye şaşarsınız. Ama bu, üç gün sonra geçer ve bakarsınız ki o üç gün doğru düzgün bir şey yapmamışsınızdır. Çünkü kendinizi sıkmamışsınızdır. Hepsinden, bir ucundan yarım yamalak tatmışsınızdır.”

Kaynak: Milliyet / Can Dündar